İsa Karaaslan

Eğitim için babası tarafından İstanbul’a gönderilen Raif Efendi’nin en başarılı olduğu ders resim dersidir. Resim yapmayı bir iç ifadesi olarak görür. Çalıştığı şirkette müdür muavini olan Hamdi Bey’e olan öfkesini de resim çizerek ifade etmesi, kitabın dikkat çeken taraflarındandır. Onun bu istidadı, mizacı hakkında da bizlere ipucu verir. Sanayii Nefise Mektebi’ne gitmeyi düşünür bazen, fakat bu hevesi kısa süre sonra söner. Kendisini, hakikatten ziyade hayal dünyasında yaşayan sessiz bir çocuk olarak tanımlar Raif Efendi. Öyle ki okumuş olduğu romanların tesirinde kalarak bu romanlardaki kahramanları kendisiyle özdeşleştirir, hayaller kurar ve kurduğu bu hayal dünyasının içinde yaşar. Kimi zaman Fahriye isimli bir kızı, yüzünde bir maske, belinde çifte tabancalarla, dağlardaki muhteşem mağarasına kaçırır, kimi zaman büyük kâşifler gibi Afrika’da gezer, bazen meşhur bir ressam olur ve Avrupa’yı dolaşır. İlk gençlik yıllarında en çok etkilendiği yazarlar, Misel Zevako, Jül Vern, Aleksandr Duma, Ahmet Mithat Efendi ve Vechi Bey’lerdir.

Raif Efendi, babası tarafından sabunculuğu öğrenmesi maksadıyla Almanya’ya gönderilir ve asıl macerası da burada başlar. Şimdiye kadar yalnızca romanlarda rastlamış olduğu insanları Avrupa’da bulacağını kurar zihninde. Raif Efendi’nin kendi çevresindeki insanlardan uzak duruşu, kitaplarda tanıdığı hiçbir insana gerçek dünyada rastlayamaması sebebiyledir. Romanlarda hayal ettiği bir hayatın izlerini arar Almanya’da ve uğramış olduğu hayal kırıklığı ile şunları söyler: “Hayatta hiçbir zaman kafamızdaki kadar harikulade şeyler olmayacağını henüz idrak etmemiştim.” Ve dünyanın sıkıcı bir yer olduğuna kanaat getirir, bütün şehri, müzeleri, hayvanat bahçelerini, resim sergilerini dolaşır, tükenir şehir.

Yağmurlu ve karanlık bir Ekim gününde tesadüfen bir resim sergisine girer. Kürk mantolu bir kadın portresinin önünde durur birden, çivilenmiştir adeta. Yıllarca iç içe yaşadığı roman kahramanları kadar tanıdık gelmiştir ona bu yüz. Halit Ziya’nın Nihal’i, Vecihi Bey’in Mehcure’sini andırmaktadır resimdeki yüz. Hatta mevlit dinlerken hayalinde canlanan Hz. Muhammed’in annesi Âmine Hatun’dan bir parça bulur. “O benim hayalimdeki bütün kadınların bir terkibi, bir imtizacıydı.” der bu an için. Raif Efendi, zihninde idealize ettiği kadınla karşılaşmıştır.

Raif Efendi’nin, Maria Puder’in masumiyetine benzettiği Andrea del Sarto’nun “Madonna delle Arpie” (1517) isimli tablosu.

Büyülenip kaldığı bu portrenin Raif Efendi’yi en çok çeken tarafı resimdeki kadının masumiyetinin, Andreas del Sarto’nun meşhur Madonna tablosundaki Meryem Ana tasvirine şaşırtacak derecede benzemesidir. Etrafındaki insanlarda bir türlü izine rastlayamadığı anlamlı ve ölçülü masumiyete Maria Puder’in portresinde rastlamıştır Raif Efendi. Maria Puder’le karşılaşıncaya kadar başından hiçbir macera geçmemiştir, hayal dünyasında kurguladıkları dışında. Bu yüzden ilk karşılaşma anından da korkmaktadır. “Bir kadın herhangi bir şekilde hoşuma gidince ilk yaptığım iş ondan kaçmak olurdu.” der çünkü. “Hayatımda hiçbir kadının, hatta annemin bile gözlerine dikkatle baktığımı hatırlamıyorum.” ifadesi, Raif Efendi’nin Maria Puder’in masumiyetinde bir anne şefkatine rastladığını da gösterir. Cemal Süreya’nın ‘Beni Öp Sonra Doğur Beni’ isimli şiirinin biraz da son mısralarındaki gibidir Raif Efendi’nin Maria Puder’de gördüğü: “Annem çok küçükken öldü / beni öp, sonra doğur beni.”

Raif Efendi, günlerce serginin yolunu tutar ve büyülenmiş bir vaziyette Maria Puder’in resmine bakar, kapılar kapanıncaya kadar devam eder bu hâl. Sevmek Zamanı filminde Halil’in Meral’e duyduğu aşk da böyle başlar. Halil Meral’e: “Resmin sen değilsin ki… Resmin benim dünyama ait bir şey, ben seni değil resmini tanıyorum. Belki sen benim bütün güzel düşüncelerimi yıkarsın.” der. Raif Efendi de sergide Maria Puder ile karşılaşmasına rağmen resme öylesine kaptırmıştır ki kendisini, tanıyamaz Maria Puder’i. Raif Efendi’nin Maria Puder’in tablosunda, daha önce yalnızca romanlarda karşılaşmış olduğu bir kadına rastlaması, tıpkı Sevmek Zamanı’ndaki Halil gibi onu bir korkuya sürüklemektedir; kaybetme korkusudur bu. Zihninde kurmuş olduğu güzelliğin, hayalin, hakikat âlemine dönüldüğünde yıkılacağından korkar Raif Efendi de. Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ndeki Kemal’in, Füsun’a olan aşkıyla ona ait eşyaları biriktirmeye başlamasını hatırlatır bir taraftan da Raif Efendi’nin Madonna tablosunun kopyasını aramaya çıkış sahnesi.

Kürk Mantolu Madonna
Sabahattin Ali
YKY

Herhangi bir yerde rastlayabileceğimiz, toplum tarafından görmezden gelinen silik bir kişilik gibi görünen, ötekileştirilen Raif Efendi, sessiz duruşunun, hüzünlü halinin ardında bir fırtınayı gizler. Sabahattin Ali’nin toplumcu gerçekçi tarafını tam da burada görürüz; okuyucunun farkındalık alanına girer birden Raif Efendi. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi isimli kitabında ‘Aşk ve Ölüm’ başlıklı yazısında ‘Aşk ölümün gülümseyen yüzüdür.’ sözünü kendisi söylemediği için hayıflanır. Raif Efendi’nin Maria Puder’den sonra hayata küsmesi, çevresine karşı yabancılaşması, belki de tekrar ilk gençlik yıllarında olduğu gibi romanlardaki kahramanlara dönmesi, çalıştığı bankada, masasındaki kara kaplı defterin içerisinde yaşıyormuş gibi bir hayat sürmesi, Tanpınar’ın hayıflanmakta ne kadar haklı olduğunu gösteriyor. Rollo May’e göre “Her zaman için aşk hazzının gölgesinde yer alan ölüm” Maria Puder’den sonra bir türlü Raif’in peşini bırakmıyor; onu Maria Puder’in zamanına hapsediyor.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 5.sayısında yayınlanmıştır.