Onur Caymaz

Dur, dur! Sağa çek, Atilla Atalay’ı anlatacağım. Herkes yazıyor, herkesin romanı, herkesin öyküsü var. Üstelik herkes dille acayip oynuyor, pek bir altını çizdiriyor yazdıklarının, kurgunun hakkını veriyor herkes, herkes mükemmel anlatıcı, herkes her şeyi okumuş, afili, harika entelektüel hep; herkes hikâye sanatının bir tık üstünde anlıyorum, fakat gelin görün ki bir de Atilla Atalay var işte. Bunların her birinin dışında durup önce güldürüyor Atalay, düpedüz güldürüyor, öyle gülümsetmek, buruk gülümseme falan değil; sonra an geliyor, güldürdüğü gibi de ağız burun demeden dalıyor adama.

Atalay’ın yazdıklarıyla ilişki kurulacaksa en çok Sait Faik metinleriyle kurduğum ilişkiye benzer herhalde. Sivriada Geceleri’nde balıkçılardan birini dürtüklüyordu Faik’in kahramanı (belki de kendisi), kalk kalk diyordu, bak ne güzel vapur geçiyor. Senelerin balıkçısı kan uykudan uyanıyor, şöyle etrafı kolaçan ediyor: İşte bir tane vapur, sıradan bir vapur sonuçta, bugüne dek gördüğü milyon vapurdan farkı yok. Ulan, diyor kahramanımıza, sen sahiden kaçıkmışsın be diyor! Tam da öyledir Atalay. Hayranlık duymayı unutmayan bir kaçık; hayattan kaçık, okuldan kaçık, çoraptan kaçık… Süslemez hiçbir şeyi, artistik hareketlere gerek duymaz. Tanıdığı, bildiği şeyi yazar, farklı denemelere girişmez. Onun kitaplarının içinde tanıdık sularda olduğunuzu bilirsiniz fakat o suların çokluk en tehlikeli sular olduğunu da bilmeniz gerekir. Hayaller Kahyası’ndaki cümleye baksanıza: “Gözümün önünden bir sürü bakış geçti. En mavisinde takılıp kaldım. Benimkisi oydu herhalde.” Göz onun olsa da hikâyeyi sizin kılar Atalay. Bir şey yapar. Bir cümle çarpar adama. Sait’te de öyledir. Havada Bulut’ta ne der üstat: “Yüzümdeki kırışıklar gülmekten değil güneşe bakmaktan…”

Güldürür ama içinde bir şey acımıştır. Umutsuzdur ama umut verir nasılsa. Leman Sam’ın Ayrılığa Dayanamam diye bir şarkısı var, onu dinlediğimde hep üzülecek gibi olurum ama gülümserim nedense. Romain Gary’nin Kadının Işığı’nda yazdığı bir cümle gibidir Atalay’ın yazdıkları: “Bitmiş değil. Ben bitmedim. Bir insan bittiğinde, bu özellikle demektir ki devam etmektedir. Umutsuz bir insan haindir.” Umutsuzluğu umut verir nedense, hain değildir. İnsan Kalma Alıştırmaları adlı hikâyesi geliyor aklıma. Üniversiteyi henüz bitirmiş üç gencin, Edip Cansever’in bir şiirinden fırlamış, Kurtuluş’taki kırmızı perdeli bir evde gündüz cv yazıp gece yalnızlıklarını paylaşarak bitmek bilmeyen hüzünlü ve komik hallerini anlatır. O kadardır hepsi.

Bu aralar herkes hikâye diye anı yazanlara bayılıyor ya, işte Attila Atalay’ınkiler yaşanmış bile olsa anı değildir. Onun olayı farklıdır; bir Fransız yazarın dediği gibi, “hikâyeler onları anlatabilecek kişilerin başından geçer”, Atalay anlatabilmiştir. Çünkü şiirlidir. Nasıl diyordu Woolf: “Bir şey şiir değilse neden edebiyata girsin?” Rakıyı tenekeyle içip bahçelerin gölgesine, ısırgan otlarının arasına devrilenlerin şiiri vardır Atalay’da. Hayatta savaş değil mi; yazar da kişisel yenilgilerin tarihinden bahseder. Tarih, hep galipleri anlatacak değil ya!

“İyi ki varsın… İyi ki… Neye benziyor biliyor musun? Eskiden kaldığım yurtta camlar, içerisi dışarıdan gözükmesin diye beyaz yağlıboyayla boyanmıştı. O boya tabakasındaki küçücük bir delikten bakınca dışarıyı görüyordum ben… Hele baharda, öyle güzel gözüküyordu ki… İşte seninle olmak, o bembeyaz ya da siyah şeyin ortasında küçücük bahara bakan deliği bulmak gibi.” Şehre okumaya gelenlerin dostudur kitapları. Yurtta kalanların, öğrenci evlerinin, korkarak saç uzatanların, yalnız kıraathanelerin, meydanların, küçük kasaba meyhanelerinin. Alın teriyle bir şey almaya çalışanların günlük tutanıdır Atalay. Ben buradayım ey okur, sen neredesin diye hesap sormaz, okur da oradadır zira. İyi okur, ne okuyacağını bilendir. Hani insanları boyutlarına göre ayırıp küçük insanların yazarı falan diye kulp takarlar ya; Atalay o küçük-büyük ebat ayrımının dışında kalanların yazarıdır. Düpedüz bizim gibi olanların. Vapura binerken yanında şiir ya da mizah dergisi taşıyanların.

Çocuktuk İşte’de şöyle diyor: “Senin gözünü doldurduğun, yüreğini hoplattığın, ayrıyken duyunca, dünyaları içip kendini kayıplara yazdırmak istediğin şarkı, aniden benzin kampanyasına reklam müziği oluyordu. Aşkını kim takar, hayat böyle bir şeydi işte. Milyon puştluğun döndüğü şu âlemde, önce aşkını sonra seni bitiriverirlerdi. Tabii… Evet… Öyle… Aynen… ‘Aşkları da vururlar, reklama şarkı olur,’” Fotoğrafların bile sabredip bekleyemeden Instagram’da eskitildiği bir çağda, reklama gelmeyen, bitemeyen aşkların yazarıdır. “Diyelim ki öyküsünü yazdın, beş para etmiyor” demiştir Öpücük Balığı’nda. Öyküsünü yazınca genelde öyle olur, beş para etmez zaten, bilir. İnsanların Recep İvedik’i mizah sandığı yerde, yazdığının hiçbir değeri yoktur aslında, İvedikler Sıdıkaları yenmiştir. Anlatacak hüzünle dolu bir yığın hikâye vardır ama olsun! O incelikler her kitabın sonuna serpiştirilir ufaktan; Ebekulak mı olur artık, Fabrıga mı olur bilmem.

34 TN 405’te, bir babanın hüzünlü araba sevdası acıtır. Zar zor para biriktirip aldığı arabanın kapağı çalınmıştır. Ağlama der çocuk: “Baktım, gerçekten çocuk gibi ağlıyordu. Ben büyük oldum o zaman. ‘Ya ne olacak boş ver, bunda üzülecek bir şey yok baba be’ gibisinden bir şeyler söyledim. Altı üstü bir kapak… Kafasını kapaksız bagajın içine daldırıp bir şeyler arıyormuş gibi yaparak boğuk bir sesle, ‘sen hayatında kendi kazandığın parayla bi şey al da o zaman konuş keranacı’ dedi..” Böyle bir yerlerden söz alır Atalay.

Çünkü daha 15 yaşında gencecik bir çocukken Gırgır ve sonrasında Fırt’ta başlamıştır maceraya. Mühendistir, matematik bilmenin edebiyatta işe yaradığını çok söyledim. Fırt’ın son hüzünlü günlerini hatırlıyorum da. Stero Seyfi’leri, Arap Kadri’leri. Bir de çocuk heyecanlarımız: İç kapakta, sayfayı tümden kaplayan bikinili kadınlar olurdu, kadınların üzerine de kimi tipler çizilerek şakalar yapılırdı. Erotik bir tarafı yoktu aslında ama biz erken çocuklardık galiba. Bu heyecandaki hüznün yazarıdır Atalay.

Aynı astsubay baba, emekli olduktan sonra marley dükkânı açar fakat işler kesat gidecektir, batmaya mahkûmdur. Ömrünün tüm birikimini anlamadıkları tuhaf işler için dükkân açıp boşa harcayanlar, günümüz büyük yazarlarının değil Atalay’ın konusudur: “Oyuncakçı dedeler, kırtasiyeci amcalar; bir şey araklanmaya son derece müsait, kafası karışık, şişe dibi gözlüklü, rafları boş bakkal amcalar… İnsana ‘buyur canım, arzun’ diyen altın künyeli, gürbüz kuruyemişçilerle acar kasapların, birbirlerine dandikten ‘bilmem kim bey, bi şey hanım’ diye seslenen yavşak kasiyerlerle dolu süper marketlerin arasında usulcacık kapanır onların ufak dükkânları…”

1989 yılında Hıbır dergisinin kurucuları arasında yer alan Atalay, doksanlarda Usulcacık, Ebekulak, Sıdıka, Civciv Kutusu, Uyuyamadığım, Menekşe İstasyonu, Yalnızlık Aletleri, Dup Dup Çedene, Eray; iki binlerde Hayaller Kâhyası, Ağlama Dolabı, Kişi Başına Bir Yalnız adlı kitaplarıyla okurla buluştu. Ne diyeyim, bu kitapların her birinde yazarın bizden biri olduğunu görürsünüz. İçimizde yaşayan, bize benzeyen, bizim gibi yazıp konuşan, bizim gibi sevmemeye koşullu ama hep seven: “Gidicem ben… İşim var işim… Çıkıp sokak kedilerini tekmeliycem, yalan söyliycem, rakı içicem… Hasan’a borcum var… Tarık’la sözleştik kaçıcaz hafta sonu, karı bulmuş ona basıcaz… İlknur iş atıyo sonra… Resmen işte, aramıştır… O’nun yeri ayrı, ama İlknur da fena diil şimdi… İşim var… İşiim…” Bizim gibidir.

2009, Atalay’ın otuzuncu sanat yılıydı. İnsan erken çıktığı yolda çok mesafe kat ediyor besbelli. İletişim Yayınları 2010 yılında yazarın öykülerinden yapılmış bir seçme niteliğindeki Kalbin Böcüü’nü yayımlamıştı. Bu kitap da Atilla ile henüz tanışmayanlar için okunacak cinsten! Masallardan devşirip öykü yazanların, Ferrari almak için film yapanların, kanlı katillerin ellerini öperek komedyen olanların arasında, Atalay mizahçı falan değil, düpedüz öykücüdür çünkü!

yazar-kitap