Alkım Doğan

“Açık sarı ilkokul kuşları, papatyalar koyu beyaz, yedi yaşımdı o sabah.”

Leyla Erbil

Kaç yaşımdı o bahar. Belki defterimde zar zor ayakta duran harflerle eve dönmüştüm ya da akşamüstü balkonlardan sarkan seslenişleri duymazdan gelmiştim, daha yeni reçelli ekmek yemiştim, uçarak salıncaktan inmiştim. Jelatinle kaplı kitaplar, duvar takvimleri, etiketler, pinokyo bisikletler, belediye parkları, kavak ağaçları ve istasyon binalarından oluşan bir çocukluk coğrafyasında kaç yaşımdı o gün. O güne kadar dünya haritamın büyük kısmını o Orta Anadolu şehri kaplıyordu. Bozkırın ufkunda ince bir hat çizen trenler vardı, trenlere sallanan çocuk kolları ve uzak bir yerlere giden pancar vagonları…

Kaç yaşımdı o gün. Yeni bir dünya, Kırmızı Balon’la usul usul içime süzülmüştü. Pascal, bir kentin Arnavut kaldırımlı sokaklarında kırmızı balonuyla dolaşıyordu. Kentin adı Paris’ti. Pascal kırmızı balonuyla sabah serinliğinde yeni açılan fırınların, seyyar satıcıların, tezgâhını hazırlayan mahalle sakinlerinin önünden geçiyor, tramvaya biniyor, köprü üstlerinden trenleri seyrediyor, antika pazarlarını dolaşıyordu. Pascal da çocuktu benim gibi. Belediye parklarında gazozlar içiyor muydu, salıncaklarda sallanıyor muydu, pazar günleri canı sıkılıyor muydu bilmiyorum, ama hevesle bir kentin sokaklarında yürüyordu. Kiremit çatıları arkasında bırakarak merdivenlerini tırmanıyordu. Yağmur altında tanımadığı insanlardan rica edip kırmızı balonunu şemsiyelerin altına sokuyordu. O sığındığı şemsiyelerden biri de belki Momo’nun şemsiyesi Arthur’du. Paris’in yalnız çocuklarını ve onların arkadaşlarını henüz bilmiyordum, fakat böyle bir şehrin çocuk yalnızlığına iyi gelebileceğini içten içe hissediyordum.

Okuldan, evden, kiliseden kovulan Kırmızı Balon’un yurdu sokaklardı. Pascal’ın odasının önündeki pencerede salınıyordu. Kendi aldığım uçan balonların soluğu ev içlerinde kesiliyordu zaten, ömürleri kısalıyordu. Bir önceki gün elimden kaçacak diye ipine endişeyle sıkı sıkıya tutunduğum balon bir sonraki gün yatak ucumda can veriyordu. Fakat Pascal’ın balonu her daim canlıydı, sevdalı bir bulut gibi onu takip ediyordu. Oyuncuydu, muzipti, bazen saklanıp kafasına göre gezindiği oluyordu. Belki de Paris’in henüz adını bilmediğim flanörlerinden, avare-gezginlerinden, düşünür-gezginlerinden biriydi Kırmızı Balon. Evini kendi içinde taşıyordu. Belki o da Walter Benjamin gibi alıp başını gitmeyi Paris’ten öğrenmişti.

Kaç yaşımdı o bahar. Kavak ağaçları uçuşan balonlar gibi pamukçuklarını etrafa saçıyordu. Belki de ilk kez bir kitabın, içimde yaşamaya başlamasına tanık oluyordum. Kolumun altında bir kitapla istasyon yolunda yürüyordum. Kimi zaman kırmızı bisikletime biniyordum. Hem Paris hem Kırmızı Balon hem de Pascal’ın şehirde yürüyüşleri büyülüyordu beni. Hikâyeyi art arada okuyup uzun uzun Lamorisse’nin Kırmızı Balon filminden sahneler içeren fotoğraflarına bakıyordum. Kentin külrengi bulutlarına, savaş sonrası solgun cephelerine, kırmızı balonun Paris kaldırımlarındaki sevinçli hallerine bakıyordum. Paris, yerlere gazoz kapaklarının saçıldığı bir belediye çay bahçesinde nefes alıyordu. Taş Medrese’nin, perili köşklerin, okul köşesinde leblebi tozu satan küçük dükkânın önünden geçerken, kavak ağaçlarının dalgalanan ışığını seyrederken artık başka bir kenti de içimde taşıyordum. Hıdırlık, o tepelerden şehri seyreden, Pascal’ın merdivenlerini tırmandığı semt, Montmartre oldu, eski mahallelerde suların aktığı arklar Paris’in köprüleri oldu, cumbalı babaanne evleri Fransız balkonları, tramvaylar istasyona gönülsüz uğrayan trenler. Bir süre Kırmızı Balon’la gezindim, istasyonun tenha sıralarına oturup arka arkaya geçen pancar vagonlarını seyrettim. İnsan trenlere bakarken içine ılıklık veren bir üzüntü hissediyordu ve Parisliler pancarı ne kadar da seviyordu.

Paris o günlerde içime süzüldü, sonra Paris’in içine çocukluğum süzüldü. Bir kitapla hiç bu kadar arkadaş olmamıştım. “Arkadaş kitaplar” diye boşuna dememişlerdi. Bugünden bakınca sevinçle şeffaf bir kırılganlığın uçarı düşüncelerle zalimliğin iç içe olduğu şehir sokakları, hayatın kalbinin attığı, merak uyandıran bir yerdi benim için. Yalnızlığın kentin içinde bir yürüyüşe dönüştürülebileceğini ben ilk kez Pascal ve balonundan öğrendim. Hiç tanımadığım birinin üzüntüsünü ilk kez orada hissettim. Hiç tanımadığım bir balonun ölümü ilk kez bu kadar yüreğimi burktu. Ben bir kentin sokaklarında yürümeyi ilk kez bir kitapla sevdim. Ve Paris’i kafamdaki haritaya ilk kez o zaman yerleştirdim.

Paris’in yalnız çocuklarını da yalnızlığın bir araya getirdiklerini de henüz bilmiyordum. Arap Momo’nun yanına sığındığı Yahudi fahişe Madame Rosa ile Paris’in kenar mahallelerini arşınladığını, Antoine Doinel’in okulu kırıp bu şehrin sokaklarında deniz hasretiyle avarece gezindiğini henüz bilmiyordum. Fakat defterimin kenarlarına Paris yazıyordum Pascal’ın P’siyle. Kitabı okudukça içimde kendimce bir kent inşa ediyor, o kentte yolculuklara çıkıyordum. Akşehir’den öteye yol vardı, Paris’e uzanıyordu.

Yıllar sonra, şehri yalnız başıma gezdiğimde, Seine boyunca kavak ağaçları yerine kestane ağaçlarının olduğu fark ettim. Kaldırım kafeleri, pasajları, asırlık binaları, heykelleri, parkları ve gösterişli bulvarlarıyla sizi içinde kaybolmaya davet eden bir şehirdi, zaten kendi güzelliğiyle o kadar meşguldü ki sizi fark etmesi pek öyle kolay değildi. Bir kentte, “ormanda yürür gibi” kendini adımlara emanet ederek, kendimizden menkul bir iz bırakarak yürümenin aslında kişisel bir hikâye yazmaya benzediğini çok sonraları düşünmeye başladım. Bir kent, keşiflere açık bir yapıttı, kelimelerden, paragraflardan, boşluklardan oluşan bir metindi. Kırmızı Balon Paris’le birlikte içimde kendince bir yer buldu. O belki de özgürleşmek isteyen bir öz benlikti, vaatlerle doluydu ve bir bulut gibi insanın başında dolanıyordu. Paris’in manzaralarına, çehrelerine ve görünmeyen, toplum dışına itilmiş yüzlerine tutkulu bir merak duyan, o uğultulu ve sisli atmosfer içinde görünmez olmaktan hoşlanan Baudelaire, “Çokluk denizinde yunmak herkese vergi değildir,” der Paris Sıkıntısı’nda. “Yalnızlığını kalabalıklandırmasını bilmeyen, telaşlı bir kalabalık içinde yalnız olmasını da bilmez.”

Tekinsizliğine ve sokak çetelerine rağmen bir balon için çatılarından süzülerek gezilebilecek en güzel şehirdi bana göre. Kaldırımlarında Herald Tribune satan Patriciaların  ya da uçarı Antoine Doinellerin soluk aldığı, arka mahallelerinde Arap çocuğu Momo’nun Yahudi fahişe Madame Rosa’nın şefkatine sığınıp şemsiyesi Arthur’la yaşadığı şehir.  Son bakışta aşkın yaşandığı, John Berger’e göre olgun bir kadına âşık olmuş, yirmilerinde bir genç adam. Tomris Uyar’a göre bir “iç mekân.” Şehrin haritasının üzerinde parmağıyla gezen Emma Bovary içinse “okyanuslardan da geniş, kor kırmızısı bir hava içinde ışıyan bir şehir.” 

Herkesin bir metni, herkesin bir haritası vardı Paris için. Benim için haritası çocukluk yıllarında tren raylarına bakarken çizildi. İlk metni –bir çocukluk mührü gibi– Kırmızı Balon’la yazıldı. Bir yanıyla evlerden, okullardan kovulanların buluştuğu, rengârenk balonların semalarında uçuştuğu bir yeryüzü hayali. Uzun yürüyüşlerin ve hafifletilen yalnızlıkların şehri. Filmin fötr şapkalı esas adamı, “Paris hep bizim kalacak” dediğinde içimden gülümsedim. “Paris zaten benimdi ki,” dedim. Tren vagonlarını tek tek ben saydım. Kaç yaşımdı o sabah, hatırlamıyorum. 

* Altın Ayak”, Edip Cansever.

Arka Kapak dergisi 35. sayı