Gün Zileli, sol siyasetin içinden gelen bir isim. Edebi derinliği olan anı kitaplarını bir kenara koyarsak daha çok aktivist kişiliğiyle tanınıyor. Yakınlarda İletişim Yayınlarından bir romanı çıktı. Türkiye tarihinin bir çeyrek asırlık dönemini, ellili yılların sonundan başlayarak mevsimler üzerinden anlatan bir roman bu. Zileli ile romancılığını, 12 Eylül’ü, 68’i, orta sınıfları, SBF Kantinini, trajedileri konuştuk.

Söyleşi: Tahire Yıldız

Türkiye’de milad olarak görülen bir 68′ algısı var, onu hazırlayan genç hissiyatın ne olduğuna pek dikkat edilmiyor. Gençlerin neler hissederek veya hangi yollardan geçerek muhalif oldukları hatırlanmıyor. Mevsimler, hangi mevsimde bu hissiyata yer veriyor?
Romanın ilkbahar mevsimi aynı zamanda 1968’e de giriş, onu hazırlayan atmosferin anlatımıdır. Bu birdenbire olmaz. Baharın gelişinde tomurcuklanan ağaçlar gibi, bir müziğin başlardaki ağır tempolu hali gibi ağır ağır gelişir ve hızlanan bir tren gibi giderek gümbürtülere dönüşür. Romanda anlatılan Fıçı barla SBF kantini ne kadar farklıdır birbirinden ama onların arasındaki iç bağlantıyı görmek gerekir.

Orta sınıftan memur çocukları…Romanda bir noktada dımdızlak kalıyorlar, baş edemiyorlar. Adına orta sınıf mahcubiyeti mi diyelim sanki başaramıyorlar, yetmiyor, yeniliyorlar…
Kimisi baştan kaybediyor yarışı, kimisi sürükleniyor, kimisi atak bir öncü olarak önlere fırlıyor. Ama hepsinde ortak bir sınıfsal damar var. Orta sınıflara özgü bir şey bu. Eğer orta sınıfın katı kurallarına uygun bir hayatı reddetmişlerse fırtınalarla parçalanmaktır onların kaderi. Toplumsal gelişme onları redde sürüklüyor ama toplumsal hareket de sonuçta onları reddediyor. İşte ortada kalmışlık budur. Büyük bir trajedi.

Trajedisiz edebiyat olmaz derler. Mevsimler’e başlarken neyin anlatılmadığını düşüyordunuz veya bitirdiğinizde tasarladığınızın ne kadar dışına çıktınız. Trajediyi bilerek işin içine kattım. Yazar da trajedi kahramanı sonuçta. Gün Zileli, Mevsimler’in yazarlık hikâyesini anlatsın istiyorum.
Bunu ne kadar anlatabilirim bilmiyorum. Ama şu kadarını söyleyeyim: Ben “planlamacı”lardan değilim. Yani bir edebiyat eserinin başına, konusunu önceden belirleyerek oturan yazarlardan değilim demek istedim. Bunu hiçbir zaman beceremedim ve belki becermek de istemedim. Romana ani bir fırtınayla başladım. Metruk bir köşke sığınan bir evsiz karakteriydi önce beni yazmaya sevk eden. Sonra varoluş sorunu geldi. Nihilist bir karakter şekillendi kafamda ve yazmaya devam ettim. Yazdıklarımın bir yerlere gideceğini sezinlemiştim. Atok’a varınca başa dönmeye karar verdim. Romanı yeniden aldım ele. O zaman karakterler birbiri ardından gelmeye başladı. Romanın üçte birinden sonra roman bana kendini yazdırmaya başladı. Giderek basit bir yazıcı konumunda hissettim kendimi. Olaylar benim irademin ve bilincimin dışında gelişti. Sanırım romanın kendi gerçekliği denen şey bu.

Roman sizin gençliğinizi anlatıyor, ister istemez otobiyografik nitelikler taşıyor olmalı…
Öyle sanılabilir ama roman benim gençliğimi anlatmıyor. Romandaki karakterlerin çoğu bizden bir önceki kuşaktan, yani 1930’larda doğanlar. Bu, 1940’lılara bir meydan okuma belki de. Çünkü 1930’luların hakkının yendiğini düşünüyorum. Otobiyografik öğeler var elbette ama ben romanda kesinlikle yokum. SBF kantinini yazarken bir ara oradan geçtim ama oradan geçen Gün bana çok silik göründü. Romana ucundan bile olsa girecek kadar kendini belli edemedi. Bu yüzden romanda yokum.

Geçmişiyle yüzleşen, özeleştiri yapan birisiniz. Hatıralarınızı okuyanlar bunu teslim edecektir. Affınıza sığınarak oyunbazlık yapacağım. Gediz, o günlere nasıl bakardı?
Bence Gediz özellikle siyasal konularda edilgen bir karakter. Olayları değerlendirebilecek kadar bile teorik bir kavrayışı yok. Olaylara biraz da arkadaş hatırına sürükleniyor gibi. Ama gündelik olaylara ilişkin, kendisinden umulmayacak keskin gözlemleri ve sezgisel büyük öngörüleri var. Beni bile şaşırttı zaman zaman. Bence Gediz’den çok Suat o günlere nasıl bakardı diye düşünmek daha önemli olabilir. Ama bunlar da sadece tahmin olur. Yaşanmamış hiçbir şey bilinemez.

Mevsimler 12 Eylül’le bitiyor. Her anlamda büyük ve ağır bir yenilgi. Daha büyüğü yok sanki.
Bence en ağır yenilgi solun kendi kendine yenilgisi. 12 Mart’ta da baskı ve darbe vardı ama sol ruhen yenilmemişti. Bunu Mevsimler’de ve özellikle Suat’ın ruh halinde izlemek mümkün. En ağır yenilgiyi yaşayan, özgürlüğü gasp edilen bir insan, görünürdeki yenilgiye rağmen, bir hücrede bile özgür ve dirençli olabilir.

Mevsimler’in devamı gelecek mi?
Konu anlamında soruyorsan hayır. Bu konu orada başladı ve bitti. Romanın kahramanları açısından da aynı şey söz konusu. Suat, Gediz, Rü., Sibel… vb. bu romanda ortaya çıktılar ve romanla özdeşleşerek son buldular. Sadece bu romanla yaşayacaklardır. Ama yeni roman yazacak mısın anlamında soruyorsan, elbette derim. Sanırım yaşadığım sürece roman dünyasıyla iç içe olacağım. Ama Mevsimler gibi bir roman bana kendini yeniden yazdırır mı… kim bilebilir. Yazdırmasını çok isterim. Roman yazmak hayatı yeniden yaratmak gibi bir duygu.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

Mevsimler – Gün Zileli
İletişim Yayınları