Öykücülüğümüzün genç isimlerinden Hakkı İnanç’ın öyküleri çok sevildi. İlk öykü kitabı olan ve ona Selçuk Baran Öykü Ödülü’nü kazandıran “Bozuk”tan sonra hangi kitapla okurların karşısına çıkacağı merak ediliyordu. İnanç çok bekletmedi, “Ateş Etme Silahsızım”la geldi. Biz de onu Arka Kapak’a konuk ettik, öykücülüğünü ve yeni kitabını konuştuk.

Söyleşi: Volkan Alıcı

Selçuk Baran Öykü Yarışması’na gönderdiğin dosya birincilik ödülünü alınca öykülerin kitaplaştı ve “Bozuk” oldu. Ama o dosyayı yarışmadan önce yayınevlerine kabul ettirene kadar epey zorluk yaşadığını söylemiştin bir röportajında. “Genç bir öykücünün yayınevlerine dosyasını kabul ettirme macerası”nı dinleyebilir miyiz senden?
Aslında durum benim için yayınevlerine dosya kabul ettirmekten öteydi. Öykülerimin kitaplaşması, yazma hevesimin aile içinde kabul görmesi demekti. İlk dosyamın 2011 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’nde “dikkate değer” bulunmasıyla cesaretlenip, kitap hayalleri kurmaya başladım. İşler umduğum gibi gitmedi tabii. Yayınevleri öykülerimi dikkate değer bulmadı. Ben de oturup yeni öyküler yazdım. Bir şekilde yayınevlerinin ilgisini çekebilmek için yine yarışmalara katıldım. Çünkü tanınmıyordum. Öykülerimi önce dergilere göndermem gerektiğini bile bilmiyordum. Akıl danışacağım birileri yoktu. Yeni dosyam, 2012 Orhan Kemal Öykü Yarışması’nda üçüncü olunca yine heveslendim, ancak boyumun ölçüsünü almam uzun sürmedi. Herkesin reddettiği iki dosyamın kendimce en iyi öykülerini seçip “Bozuk”u hazırladım son bir ümitle. “Selçuk Baran Öykü Ödülü”nü kazanan dosya yayımlanacaktı. Sonunda oldu.

Yayınevlerince reddedilmek “Kalemi kâğıdı bırakayım artık” duygusu, bir umutsuzluk yarattı mı peki?
Kalemi kâğıdı bırakırsam neye tutunacağımı bilmiyordum. Tüm bu süreçte ailemin yanında kalıyordum, çalışmıyordum. Herkes bana iş arıyordu. Oysa ben yalnızca okumak-yazmak istiyorum. Anlatamıyordum. Umudum vardı ama gitgide ufalanıyordu. Mutsuzdum. Hiç unutmam, Selçuk Baran Öykü Ödülü’nü kazandığımın ertesi günü yine uzak bir akrabamız evi aramıştı. Telefonu anneannem açtı. Laf dönüp dolaşıp bana geldi. Kadın işe girip girmediğimi sordu. Anneannem utana sıkıla hâlâ evde oturduğumu söyledi. Ödülden bahsetmedi bile. Gelgelelim kitap çıkıp da ben birkaç gazetede göründükten sonra tavrı değişti. Artık destekliyor. Yine de bankada çalışıp taksitle araba almamı yeğlerdi.

Öykülerine gelirsek… “Bozuk”ta anlatım biçimi olarak konuşma tekniğini kullandığın öyküler, yeni kitabına göre daha çok. Ayrıca her iki kitabında biçimsel denemeleri sürdürdüğün görülüyor. Bu, bir üslup arayışının sonucu mu, yoksa her öykünün “ruhuna” uygun bir biçim denemesi yapmayı tercih etmenden kaynaklı bir yaklaşımın ürünü mü?
Olması gerektiğini biliyorum ama bir üslup arayışım yok. Güzel öyküler arıyorum. Masaya oturduğumda kafamda biçimden ziyade atmosfer oluyor. Öykünün ruhuna kapılıyorum. “Biçimsel deneme”, “deneysellik” gibi ifadeler öykümü incitiyor açıkçası. Şerbeti severek hazırlayayım, tadı yerinde olsun. Önceliğim bu. O, dolacağı kabı kendi seçiyor zaten. Ben monolog-diyalog okumayı ve yazmayı seviyorum. Ama neticede karakterin gerektirdiğini yazmaya çalışıyorum. İkinci kitabımın ilkinden ayrılmasını istiyordum. Başka öyküler çağırdım. Daha uzaktan. Kimisi yol yorgunuydu. Konuşturmaya çalışmadım. Niye sustuklarını düşündüm.

“Ateş Etme Silahsızım”da gerçeküstü öğelerin kullanıldığı öykülerin de var. Örneğin “Son Söz” ve “Sehpa”… Sence öyküye nasıl bir özellik kazandırıyor bu öğeler?
Bazen rüyamızda uçarız ya, uyandığımızda bir iki saniyeliğine de olsa uçabileceğimize inanırız. Rüyadan taşıdığımız o iki saniye, gündelik hayatın kimi inanılmaz gerçeklerine tahammül edebilmemizi sağlar. Gerçeküstü öğelerin öyküyü tümlediğini düşünüyorum. Bu öğeler, hem yazarken sınırları kaldırıyor hem de okurun katılımını destekliyor. Benim düşüm, bir başka düşü çağırıyor, besliyor, büyütüyor. Özellikle “Sehpa” öyküsündeki gerçeküstü öğe, bana, defalarca işlenmiş bir konuyu farklı bir düzlemde sorgulama olanağı sundu.

Nesneler öykülerinde önemli bir yer tutuyor: sehpa, motosiklet, cam bilye, kanca, halı, kayık… Öyküde nesne-karakter, nesne-olay ilişkisi, üzerine düşündüğün ve alıştırmalar yaptığın bir konu mu?
Sanırım ilk kez, “Masumiyet Müzesi”ni okurken düşünmüştüm bunu. Nesnelere zaman siniyor. Çoğu nesne, bir insan ömründen fazlasını görüyor. Tanıklıkları bu açıdan önemli. Çocukluğumuzdan bu yana bize eşlik eden nesnelere verdiğimiz değer dönem dönem değişmez mi? İşte bu değişim, karakter dalgalanmalarını aktarmakta çok etkili. “Adam öfkeden çıldırıp vazoyu kırdı,” cümlesi, metin içinde vazoya doldurduğunuz anlama göre değerlenir. Bu vazo aile yadigârıysa başka, antikacıdan ya da pazardan alınmışsa başka, daha önce de kırılıp yapıştırılmışsa başka bir öykünün öğesidir. Nesnelerin akılda kalıcı bir yönü de var. Öyküye alelade bir çekiçten bahsederek girdiğinizde, metnin devamında onu bir daha anmasanız dahi finalde yeniden ortaya çıkarabilirsiniz. Oysa sıradan bir adam için aynı şey geçerli değildir. Okurun onu hatırlaması için adamın şapka taşıması ya da çenesinde düğmeyi andıran bir ben olması gerekebilir. Şapka ve düğme.

Kederli kadınlar var öykülerinde; bu kadınların yolu ya ölüme çıkıyor ya da ayrılığa. Neden böyle?
Bu yaşıma kadar tanıdığım kederli kadınlar şimdi ya ölüler ya da yalnızlar. Gökyüzü gri diye kalmış aklımda. Maviyi tutturamayışım bundan.

Çok ödüllü bir yazarsın. Kaç ödülün var?
Şu kadar ödülüm var, demek bana biraz tuhaf geliyor. Önemli olan sonuç değil, onu nasıl okuduğumuz. Hep söylüyorum; dereceye giremediğim yarışmalar, ödül aldıklarımı katlar. Yarışmalar, öykülerimi ustalara ulaştırmak için güzel bir seçenekti. Kendimi sınama fırsatı buldum. Paraya sıkıştığım dönemlerde yalnızca ödül miktarına bakarak yarışmalara katıldığımı da itiraf etmeliyim. İçimin rahat olduğu nokta şu ki; ödül almak için öykü yazmadım, yazmayacağım. Her ödül beni elbette yüreklendirdi. Ama tabii hepsi bir yana, Selçuk Baran Öykü Ödülü bir yana.

Neler var masanda şimdi? Ne okuyorsun, ne yazıyorsun, neler üzerine çalışıyorsun?
“Tiffany’de Kahvaltı”yı okudum en son. Salâh Birsel’den “Nezleli Karga”, Nurdan Gürbilek’ten “Mağdurun Dili”, Andrey Platonov’dan “Muhteşem Vahşi Dünya” sıradakiler. Uzun süredir aklımda gezinen novellayı bu kış yazmak istiyorum. Eski notları toparlamakla meşgulüm şu sıra.

Teşekkür ederim.
Güzel sorularınız için ben teşekkür ederim.

Yazara babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.