Merve Akbaş

Haldun Taner’i ilk defa On İkiye Bir Var adlı öykü kitabıyla tanıdım. Çoğu meraklısı gibi… Şansızlık bu ya, Taner’den hemen sonra genç bir öykü yazarının ilk kitabını okudum. Haldun Taner’den sonra okunmak, hemen her genç yazar için büyük şanssızlık olmalı… Çünkü zihnimde ilk olmanın heyecanı değil, çiğ, kekremsi bir tat kalmıştı sadece.

Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Canlar Ölesi Değil kitabını görünce ister istemez yeniden okumak istedim On İkiye Bir Var’ı. Tabii Varlık Yayınları’ndan çıkan eski baskısıyla. Taner’in öykülerindeki sadeliğe, anlatımındaki rahatlığa ulaşmak hiç kolay değil. Onu sadece bir öykü yazarı olarak tanımlamak da mümkün değil. Fikriyle, tiyatro çalışmalarıyla ve tüm hayatıyla sanatını tamamlayan bir isim Taner. Bu hayata yakından bakmak için Canlar Ölesi Değil iyi bir kaynak. Taner’in eşi Demet Taner’in kaleme aldığı kitapta, bir yandan Haldun Taner’in hayat öyküsünü okuyor, bir yandan da daha önce görmediğimiz onlarca fotoğrafa göz atma şansı yakalıyoruz. Konuşmalar ve hatıralarla birlikte…


Canlar Ölesi Değil
Fotoğraflarla Haldun Taner’in Yaşam Öyküsü
Demet Taner
Yapı Kredi Yayınları

Kitaptaki Ayrıntılar

Demet Taner’in sanatçıyla ilgili anlatılarından oluşan kitapta pek çok farklı ayrıntıya rastlamak mümkün. İkilinin nasıl tanıştıkları, arkadaşlıkları, yaşadıkları zorluklar… Dostlukları ve dönemin önemli isimlerine dair ayrıntılar da mevcut. Muhsin Ertuğrul’un Üsküdar Çiçekçi’deki evinin, arkadaşları için keyifli bir buluşma noktası olduğunu, Ertuğrul’un misafirlerine yaptığı çayı da naif bir biçimde hatıralarına eklemiş Taner. Tabii bu anlatıların arasına, okurun bulması için sıkıştırılmış öyküler de var. Duvarları kitaplar ve tablolarla dolu evi, annesiyle ilişkisi, Mühürdar Sahili’ndeki ev, bu evin sokağı, denizi, kuşları, Yalıda Sabah’la birebir uyuşması ve daha nicesi…

Taner’in İstanbul’u

Can Yücel, Taner için şunları yazmıştı, “Giderayak/ Sen belki de/ İnsan Haldun/ Çok bi güzel/ Çok bi güzel/ Çok bi güzel/ Yepyeni bir İstan-buldun.” Yücel’in Taner’i İstanbul’a benzetmesi burada kalsın, biz Taner’in İstanbul’una bakalım. “Ced be ced İstanbullu olanlar, İstanbul’un çok semtinde oturmuş olanlar, bir çeşit İstanbul ve İstanbullu uzmanı sayılırlar… Geçende hesapladım. Bu sihirli kentin tam yirmi ayrı semtinde oturmuşum zaman zaman. Bir sevgilinin kolunu, boynunu, yüzünü, bileklerini, ellerini ayrı ayrı sever gibi…”

Taner için doğduğu bu kent çok önemliydi ama hayatının önemli bir bölümünü de Almanya’da geçirmişti. Öğrenciliğini Heidelberg Üniversitesi’nde yapmıştı. Yıllar sonra tiyatro sahnesi için yazdığı Keşanlı Ali Destanı’nın oyunları için de yine öğrenciliğinin geçtiği Almanya’ya geri döndü. Uzun süre Avrupa’da oyunlar için bulundu. Döndüğünde Metin Akpınar ve Zeki Alasya’yla Türkiye’nin ilk kabere tiyatrosu olan Devekuşu Kabere’yi, Ahmet Gülhan ile de Tef Tiyatro Grubu’nu kurdu. Sayısız tiyatro eseri ve öykü kaleme aldı. Kitapta o günleri anlatan pek çok anı mevcut. Bu anılarda Taner’in tiyatro seyircisini nasıl yorumladığını, onların tepkilerinin her birini nasıl değerlendirdiğini görüyoruz: “1977 yılında Ahmet Gülhan’la tiyatrodan ayrılıncaya kadar, Sıraselviler’deki bu yer, benim için de günlük yaşamın bir parçası oldu. Arkada bir yerlerde durur, seyircilerin reaksiyonlarını gözlemlerdi. Hem seyircilerle hem de oyuncularla ilgili notlar alır, sonra bunları oyunculara aktarırdı.”

Yazarlık Ulusu

Taner, bir programda görüştüğü Arthur Miller’a şöyle demişti: “Siz dünyanın bir ucunda bütün gözlerin üzerinize çevrildiği bir yerde, biz dünyanın öteki ucunda ayrı uluslardan da olsak, aslında yazarlar sadece kendilerinden oluşan tek bir ulustur: Yazarlık ulusu. Çünkü nerede bir acı varsa, yüreğimiz aynı anda sızlar.”

Taner, kendisinin de söylediği gibi yazarlık ulusundan önemli bir ferdiydi. Bu gerçeği kim inkâr edebilir? Onun kalemi nasıl tuttuğunu anlamak, öyküyü, tiyatromuzu yorumlayabilmek için eserlerine tekrar tekrar göz atmak en doğrusu. 

Arka Kapak dergisi 32. sayı