İnci Aksu

Oyunun son sahnesinde, Prens Hamlet’in sadık ve erdemli dostu Horatio, elindeki zehir dolu kupadan içmek ister. Ancak Prens Hamlet, yol arkadaşı Horatio’nun da onunla aynı kaderi paylaşmasına gerek olmadığını düşünür. Bunun üzerine Horatio şunu söyler: “Danimarkalıdan çok Antik Romalıyım ben!”

Bir Rönesans adamıyla, Yunan ve Roma tragedyalarındaki karakterleri birbirinden ayıran nefis bir sahnedir bu. Hamlet, Horatio’nun yaşamasını ister çünkü onun hikâyesini anlatacak, olayların iç yüzünü bilen birine ihtiyacı vardır. Oysa bu klasik bir tragedya olsa, yazar bize bütün bunları “Tanrı’nın bakışı” (God view) denilen o mutlak noktadan açıklayabilir. Dolayısıyla da Horatio’nun yaşamasına gerek olmazdı.Shakespeare’in Hamlet’ini bir de bu gözle okumama sebep olan deneyim, geçen yılın en ilginç sinema filmlerinden Kutsal Geyiğin Ölümü’nü (The Killing of a Sacred Deer, yönetmen: Yorgos Lanthimos, 2017) seyretmemle başladı. Cannes Film Festivali’nde “En İyi Senaryo” ödülü verilen filmin hikâyesi, Antik Yunan tragedyalarında rastlayabileceğiniz türden bir kasvetle örülü. Neredeyse kusursuz, zaman açısından alabildiğine modern bir ortamda yaşayan Doktor Steven Murphy’nin ve ailesinin hayatı, çocukları yaşındaki Martin’in onlara trajik bir seçim sunmasıyla altüst olur: Eğer aileden birini seçip öldürmezlerse, bütün aile aynı hastalık belirtilerini gösterip tek tek ölecektir.

En ileri sağlık teknolojilerine bir adım mesafede olan Doktor Murphy, hastalık belirtileri göstermeye başlayan çocuklarını önce uzun süredir çalıştığı hastanede müşahede altına alır. Hiçbir sonuç elde edemez. Filmin kasvetli ve yorucu temposunun nihayetinde Martin’in kehanetinden kaçış olmadığına ikna olur ve seçimi tamamen şansa bırakarak aileden birini öldürmeye karar verir.

Shakespeare’in Trajediyi Yeniden İcadı

Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos, günümüzden antik döneme açtığı bu tuhaf delikle, bir kez daha modern öncesi anlatıyla modern anlatı arasındaki farkları göstermiş oldu. Ancak Shakespeare’in Hamlet’i, ne tam anlamıyla antik dönem tragedyasıdır ne de kendinden iki, üç yüzyıl sonra yazılacak modern metinlere benzer. Yine de her ikisinden de izler taşıyabilen muhteşem bir yapbozdur.


Hamlet
William Shakespeare
Çevirmen: Sabahattin Eyüboğlu
İş Bankası Kültür Yayınları

Hamlet üzerine yazan pek çok kimse, Prens Hamlet’in bir tragedya karakteri olarak acemiliğini ele almış. Annesiyle amcasının birlik olup babasını öldürdüklerini babasının hayaletinden öğrenen Hamlet’in bir an önce harekete geçmesi beklenir. Oysa Prens Hamlet, birkaç kez eline fırsat geçtiği hâlde tereddüt eder. Bir sahnede, amcasının günah çıkardığını görür fakat cennete gitmesini istemediği için vazgeçer. Bir başka yerde amcası zannederek sevgilisi Ophelia’nın babasını öldürür. Ardından İngiltere’ye gider.

Acemi prensin bu tavırlarını açıklamaya girişenlerden bazıları, Shakespeare’in “alaylı” oluşuna dikkat çekmişler. Antik dönem tragedyaları hakkında yeterli bilgi sahibi olmayan Shakespeare, onlara göre, etkili bir intikam hikâyesi yazmak istemiş ancak bunda muvaffak olamamıştır. Trajedi ile komedi arasındaki sınırları aşındırmış, hikâyede çok sayıda boşluk bırakmıştır. Gelgelelim, Prens Hamlet’in hikâyesi Shakespeare’den çok önce yazılmıştır ve Shakespeare, bu hikâyeyi kendince uyarlayarak yeni bir metin kaleme almıştır. Bu durumda İngiliz ozanın maksadı hakkında daha etraflı düşünmek gerekir.

Bu konuda Sigmund Freud’un açıklaması, bekleneceği gibi, Oedipal kompleks üzerinden olacaktır. Freud’a göre Hamlet’in amcası Claudius, tam da Hamlet’in bilinçaltının yapmak arzusunda olduğu şeyi gerçekleştirir: Babasını öldürür ve annesiyle birlikte olur. Dolayısıyla Hamlet, Claudius’a olan öfkesiyle kendi benliğine duyduğu yıkıcı hisler arasına hapsolur ve son sahneye kadar, yani annesi Gertrude’un ölümüne dek, Claudius’u öldüremez. Bunun yerine kendi kendine hesaplaşmalara girer.

Kendi Zayıflığının Farkında Olan Kahraman

Aslına bakarsanız Prens Hamlet, neden bir an önce harekete geçemediğiyle ilgili çeşitli açıklamalarda bulunur. Shakespeare bize farklı karakterlerin ağzından Hamlet’in ne kadar ince düşünceli, iyi yürekli, erdemli ve eğitimli bir genç adam olduğunu anlatır. Babasının hayaletinden aldığı “işaret” Hamlet’in varoluşu açısından “uygunsuz” bir tekliftir çünkü kendi ağzıyla birkaç yerde itiraf ettiği üzere Prens, hiç de öyle “intikam” insanı değildir. Bu yönüyle Antik dönem tragedyalarındaki kararlı, iradeli ve güçlü kahramanlardan sıyrılır. Epik hikâyelerde yalnızca tek bir iş yapmak üzere yaratılmış gibi duran iki boyutlu bir tipleme değildir o. Kendi kendisinin farkında ve kendiyle diyaloğa geçen (self-reflexivity) modern bir karakterdir.

Bunun üzerine Hamlet, bir oyun oynamaya ve böylece kendini öncelikle korumaya almaya karar verir: Deli numarası yapacaktır. Böylece sarayda avare şekilde dolaşacak, adamakıllı bir plan yapana kadar vakit kazanacaktır. Gelgelelim, Hamlet’in acemiliği burada da karşısına çıkar. Babasının intikamını almak için sevgilisi Ophelia’dan vazgeçer, Ophelia’nın babası Polonius’u yanlışlıkla öldürür ve böylece Ophelia’nın intiharına sebep olur. Bu da karşısına Ophelia’nın ağabeyi Leartes’i çıkaracaktır. Hamlet’in ölümün her şeyden üstün oluşuyla ilgili tiratlarından biri de Ophelia’nın gece yarısı gerçekleşen cenazesi sırasında karşımıza çıkar.

Bu arada Hamlet, babasının hayaletine güvenememektedir. Amcası ve annesinden bir “itiraf” koparmaya çalışır. Bunun için bütün Danimarka aristokrasisinin seyredeceği bir tiyatro oyunu sahneler. Oyunda babasının ölüm şeklini taklit eder ve Claudius’un tepkisini gözlemler. Çünkü öncelikle Hamlet’in istediği, “her medenî insan gibi” Claudius’un yaptıklarının ağırlığını duyması, suçunu itiraf etmesidir. Bu, Shakespeare’in öncelikli amacına benziyor aynı zamanda çünkü Baba Hamlet’in hayaleti, oyunda ikinci kez Prens Hamlet annesiyle birlikteyken görünür, ona annesiyle konuşması gerektiğini söyler ve doğru tarafa hitap ederse onu kurtarabileceğini ima eder. Hâliyle Shakespeare tiyatro sahnesini, insanların yapıp ettikleriyle yüzleşebilecekleri bir “ayna” gibi düşlediğini oyuna yedirmiş olur. Hamlet içinse “Claudius’un vicdanını” kıstıracağı bir kapandır.

Ancak bu ve benzeri hamleler, “politik açıdan” Danimarka Krallığı’nın sonunu getirecektir çünkü kralın meşruiyetinin sorgulanmasına da yol açar. Zaten Hamlet’in ahlaki pozisyonu da Danimarka Krallığı’ndan çok erdem ve akıldan yanadır. Finalde Norveç Prensi Fortinbras’ın tahta çıkmasının daha iyi olacağını söylemesi, bu “tarafsızlığı” ile açıklanabilir. Doğru olan, doğrudur.

Ahlak demişken, Hamlet belki de Shakespeare’in en “ahlaklı” başkarakteridir. Didaktik mesajlar vermekten hiç çekinmez. Mesela sarayda sergilenecek tiyatro oyununun hazırlıkları aşamasında, oyunculara tiyatro, seyirci ilişkisi üzerine nasihat verir uzun uzun. İyi bir oyuncunun sahnede nasıl davranması gerektiğini açıklar. Salon dolusu aptala laf anlatmaktansa, gerçekten anlayacak bir seyirciye hitap edecek şekilde sofistike şeyler yazmayı över. Her fırsatta faziletten, doğruluktan, onurlu olmaktan bahseder. “Çürümüş bir şeyler var Danimarka Krallığı’nda…” cümlesiyle namdar olan saraya, ahlaki değerleri hatırlatmayı misyon edinmiştir.

Ancak bazı yorumculara göre Prens Hamlet’in bu tutumu, tam tersine Shakespeare’in “kendini beğenmiş aristokrat” tiplemesiyle alay etmek amacı güder. Onun deliliğe sığınarak sahnede attığı nutuklar, aslında Shakespeare’in toplumsal kritiğidir. Gelgelelim, geleneksel Hamlet yorumları, oyundaki “karanlık” düşüncelerin Shakespeare’in oyuna ismini de veren oğlu Hamnet’in küçük yaşta hastalıktan ölmesinden kaynaklandığını iddia eder. Yani tam tersine Shakespeare, Hamlet’in ağzına koyduğu cümlelerle, kendi düşüncelerini dillendirmiş de olabilir.

Bu açıdan bakınca, Prens Hamlet’in meşhur tiradı “Olmak ya da olmamak” daha da anlamlı hâle geliyor çünkü burada, Shakespeare’in oğlu üzerinden zihninde tefekkür ettiği ölüm düşüncesinin izlerini buluyoruz. Klasik tragedya ile Hamlet arasındaki farklar da belirginleşiyor. Burada Shakespeare, “bilinç sahibi” insanın hiç de Antik Yunan ya da Roma tragedyasında olduğu gibi ölüme koşarak gitmeyeceği tezini ortaya atıyor. Çünkü ölümden sonrası hiçbir yolcunun geri gelmediği “fethedilmemiş” bir toprak. Oraya yüce bir istekle gidebilmek için bilinçten uzaklaşmak gerekir ancak. İntiharı bile düşünür ancak cesaret edemez.

Belki de bu yüzden Hamlet, babasının intikamını almak ve bu uğurda ölümün kollarına atılabilmek için “delilik” kisvesine bürünmüş, gerçekten delirmeyi ummuş, hatta istemsizce olayların iyice çığırından çıkmasını istemiş ve ölüme kendini çok yakın hissettiği o anda, Leartes’le düellosunun sonunda, annesinin gözleri önünde öldüğü o sahnede, ancak Claudius’u öldürebilmiştir.

Shakespeare’in Proto-Nihilizmine Giriş

Antik Yunan ve Roma tragedyası, tanrıların işlerini, insanın baş edemeyeceği güçler tarafından nasıl tuzaklara sürüklendiğini anlatır çoğunlukla. Bu yönüyle insanla doğa arasındaki mücadelenin, ilahî bir kisvede yeniden üretimidir. Ancak Shakespeare’in Hamlet’i Pagan dönemin hikâyelerinden ziyade, Semavî dinlerin poetikasına uygun şekilde bir karakterin “peygamberî bir içgörü” ile hareket etmesiyle trajediye evrilir. Baba/Kral Hamlet’in hayaleti sadece Prens Hamlet’le konuşacaktır ve genç Hamlet, bu görevi gerçekleştirirken yalnızca dünyevî katmanlardaki engellerle mücadele eder. Bir bakıma trajedisini kendi eliyle örer.

Ancak Hamlet, her ne kadar kendi varoluşuyla ilgili tereddüt içinde olsa da, kader karşısında daha temkinlidir. Leartes’le düello daveti aldığında, bu kılıç dövüşünün, kendi sonunu barındırdığını hisseder. İçinde bir süredir, “kadınlarda olduğu gibi üstü örtülü bir kuruntu” barındırdığını anlattığı dostu Horatio’ya şunları söyler: “Tanrı her şeyi, hatta bir serçenin ölümünü bile, kontrol ediyor. Her iş olacağına varır. Eğer bir şey şimdi olacaksa, şimdi olur. Eğer sonra olması gerekiyorsa, şimdi gerçekleşmez. Önemli olan hazırlıklı olmaktır. Kimse neyi geride bıraktığını bilmiyorsa, erken bırakmanın ne anlamı var? Bırak olsun.”

Olgunluk çağında yazdığı Hamlet, Shakespeare tarihçilerinin ortak kanaatine göre, İngiliz ozanın kasvetli düşüncelere giriş yaptığı ilk eseridir. Ölümle ilgili karanlık, proto-nihilist tavır, sonraki eserlerine de yansır. Macbeth’te sözgelimi, Kral Macbeth’in karısının ölümü üstüne kendi kendine söylediği meşhur tirat, hayatın nafileliği üzerine kuruludur. Prens Hamlet’in kasvetle arasındaki alışverişlerin yerini, Kral Macbeth’in, iktidar arzusuyla iyice koyulaşan karanlığı alır. Shakespeare’in Kral Lear ya da Othello gibi şaheserleri de benzer bir nihilizmin üzerine oturur.

Tekrar Horatio’ya dönelim. Shakespeare tragedyalarının sonunda karakterler genelde ölür. Ölüm, orada gerçeğin ortaya çıkmasının bir yoludur. Ölümle karşı karşıya gelen karakter, kendi gerçekliğiyle de yüzleşir. Sırlar ortaya dökülür. Ancak Shakespeare, ya da Prens Hamlet, Horatio’nun yaşamasını ister. Onun görevi, Hamlet’in erdemini, yeni kral Fortinbras’a ve dünyaya anlatmaktır. Çünkü söz, hayattayken anlamlıdır. 

Arka Kapak dergisi 32. sayı