Emine Uçak Erdoğan

Tetova’daki (eski adıyla Kalkandelen) Harabati Baba Tekkesi, Balkanlar’ın birbirine geçmiş tarihini, bir hafıza mekânı gibi üzerinde taşıyor. Bektaşiliğin Rumeli’deki önemli duraklarından olan tekke, Sersem Ali Baba Dergâhı olarak da anılıyor. Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mimari Eserleri kitabında, dergâhın hikâyesini şöyle anlatıyor: “Kalkandelen Harabati Baba Dergâhı, vezirlik makamında iken Sultan Süleyman’dan izin isteyerek dergâha çekileceğini bildiren, bunun üzerine Padişah’ın kendisine, ‘Sen sersem mi oldun? Vezirlik bırakılır da orada dervişlik mi yapılır?’ demesi üzerine ‘Kabulümdür Sultanım, varsın bundan sonra bana Sersem Ali desinler.’ deyip vezirliği bırakarak Şar Dağları’nın eteklerine gelen Sersem Ali Baba tarafından kurulmuştur.” Asıl ismi Server Ali olan ve Kanuni’nin hasekilerinden Mahidevran’ın ağabeyi olduğu belirtilen Ali Paşa’yla ilgili diğer bir rivayet de, savaş dönüşü tekkeden çok etkilenerek Bektaşi olduğu ve gelip dergâha kapandığıdır. Bazı Bektaşi kaynaklarında Server Ali Paşa’nın bu hayati kararının Anadolu’daki Alevi-Bektaşileri bölmek için Osmanlı tarafından kurgulandığının iddia edildiğini de ekleyeyim.

Tekkenin ikinci kurucusu olarak anılan ve tekkeyi külliye haline getiren kişi olan Harabati Baba ise, arkadaşlarıyla birlikte Bektaşiliği yaymak için Rumeli’ye giden bir derviş. Kalkandelen’de iken yanan bir kandil görmüş, bunun Sersem Ali Baba’nın ruhu olduğunu söyleyerek buraya onun için bir türbe yaptırmış. Yaklaşık 30 bin metrekarelik alana kurulan külliye; türbeler, mescit, semahane gibi dini yapılar ile misafirhane, şadırvan, çeşme, derviş evi, Fatmaevi, aşevi gibi çeşitli yapıların olduğu “klasik tarikat külliyesi” hüviyetinde. Diğer Bektaşi tekkeleri gibi şehir merkezine uzak inşa edilen külliye, bugün artık şehrin bir parçası haline gelmişse de bulunduğu bölge itibariyle yine de gözlerden ırak durumda.

Bir Kurban Bayramı sabahı dergâhın kapısından girdiğimiz anda, kamp olarak görünen yerin gasino çıkmasının verdiği üzüntü ve geceyi geçirmek zorunda kaldığımız tekinsiz otel odasından üzerimize sinen gerginlik geride kalıyor. Bahçedeki otların, çiçeklerin üzerindeki güneşte parlayan çiğ damlalarıyla oyuna başlayan çocuklar, “Keşke çadırımızı buraya kursaydık!” diyorlar. Aynı his bahçeye girdiğimiz andan itibaren benim de içimdeydi. Külliyenin ortasındaki çeşmeye doğru yürürken, belli belirsiz bir sesle bakışlarımız tekkenin girişine odaklanıyor. Kırmızı bir otomobil, dergâh bahçesine huzura girmenin adabını hatırlatırcasına neredeyse hiç ses çıkarmadan giriyor. Arabadan genç bir kadın iniyor, yanında yarı uykulu üç yaşlarında bir erkek çocuğu. Bizi başıyla selamlayan kadın, arka koltuktan bir poşet alıyor, bahçedeki çeşmelerin ve abdest alma yerlerinin yanındaki havluları toplayıp yerine, getirdiği poşetten çıkardığı temizlerini asıyor. Sabunlukları gözden geçiriyor. Sonra yanında esneyip duran oğluyla birlikte arabasına binip geldiği gibi sessizce gidiyor. Havlu, Rumeli’deki Bektaşi gelenekleriyle ilgili kaynaklarda türbelere “nezir” olarak getirilen ürünler arasında sayılıyor. Anladığım kadarıyla o geleneğin günümüzdeki formu cami ve abdesthanelerde havlu bulundurmak. Balkanlar’da özellikle Makedonya’da gördüğümüz camilerde genellikle havlular var. Ve bu havlular kadınlar tarafından her gün değiştiriliyor. Konuşma fırsatı bulamadığımız genç kadın bayram sabahı da es geçmemiş bu görevini.

Yıllara direnen mimarisi ve manevi havasıyla bizi sarıp kuşatan dergâhla ilgili Yavuz Bülent Bakiler’in yıllar önce yazdığı yazıyı hatırlıyorum. Bizimkinin aksine dergâhın hissettirdiği duygu yoğun bir hüzün olmuş Bakiler için çünkü onun gittiği yıllar, dergâh tarihinin belki de en ağır dönemi olan, otel ve gazino günleri… 1976’de Struga Şiir Festivali’ne katılan ve izlenimlerini sonradan kitaplaştıran Bakiler’in otel olarak kullanılan tekkede geçirdiği geceyle ilgili hatıratı şöyle: “Harabati Baba Tekkesi’nin bahçesinde, tarihimizi hüzünle yaşadım. Tekkenin her noktasında, bizim kültürümüz, bizim medeniyetimiz, bizim inceliğimiz vardı. Ama bizim ruhumuz, Şar Dağları’na doğru, çoktan kanat çırpmıştı. Ve o güzelim şadırvanda bir damla olsun su yoktu. Bahçenin şurasında burasında, sonsuzluk uykusuna dalmış gibi donup kalan birkaç çeşmenin eski harflerle kazınan kitabelerine, usulca elimi dokundursam, sanki su olacak, yüreğime döküleceklerdi. “Hay!” Allah’ın sıfatlarından biriydi ve “ebediyen diri olan” anlamına geliyordu. Etrafta, ebedi diriliği, sonsuz güzelliği ve misilsiz merhameti çağrışan diller susmuştu. Tekkenin küçük ve şirin mescidi içinde, bütün âlemlerin Rabbine, bütün âlemler için duaya uzanan eller, secdeye kapanan başlar, tekkenin büyük ve sıcak ruha niyetini de beraberlerinde götürmüşlerdi. Bir zamanlar, belki yüksek sesle konuşmanın bile doğru karşılanmadığı bir ilim ve ibadet ocağından şimdi şuh kadın kahkahaları yükseliyor ve yeni, devrimci tekkenin lokantasında, büyük kumar odalarında, günlük ihtirasların üzerine, kristal kadehlerden renkli içkiler boşalıyordu. Harabati Baba Tekkesi, yıkılmaktan, viran olmaktan kurtarılmıştı. Işıklarla yıkandırılmış, çiçeklerle süslendirilmişti. Tertemizdi, pırıl pırıldı. Ama hiçbir gayret, ona, uçup giden, yok olan o eski ruhunun, insana ürpertiler veren güzelliğini giyindirememişti. Harabati Baba Tekkesi renkli, güzel, fakat kokusuz bir yapma çiçeğe benziyordu. Bu bakımdan, tekke bahçesinde, belki yüzlerce yıldan beri duran dibekler, sanki bütün Kalkandelen şehrini yerinden fırlatacak kadar korkunç ve müthiş bir çığlık koparmak için ağızlarını kocaman kocaman açmışlardı. Her dibekte, bir yerim dövülüyor gibiydi.”

Yaklaşık 20 yıl otel olarak kullanılan dergâh, Makedonya’nın bağımsızlık ilanının ardından Bektaşilerin girişimleriyle tekrar tekkeye çevrilmiş. Ama sorunlar tam olarak bitmiş değil. Bektaşiler külliyenin dergâh olarak kullanılmaya devam edilmesini istiyor, diğer gruplar ise cami olarak kullanılmasını. Bu konu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınmış, TBMM’ye soru önergesi olarak verilmiş bir konu ve tartışmalar da sürüyor. Çocukların gürültüsünü duyup kapıya çıkan ve kendini tekkenin hizmetkârı olarak tanıtan Abdulmuttalip Kerimi, bize dergâhın yüzyılları aşan tarihinin satır başlarını anlatıyor. Sohbetimiz, Hüseyin Duha için oracıkta yazdığı dörtlükleri, Malatya’dan gelmiş ve dergâh hizmetinde hayatını kaybetmiş dervişlerin mezarı başında okumasıyla sona eriyor. O dörtlükleri okurken Hüseyin Duha mahcup bir şekilde babasının ardına saklanıyor. Sabahın ıssızlığında terkedilmiş gibi duran dergâhın kendi içinde katmanları olduğunu düşünüyoruz.


Üsküp’ten Kosova’ya
Yavuz Bülent Bakiler
Yakın Plan Yayınları

Bakiler, yukarıda alıntıladığımız tanıklıklarının devamında hüznünü dağıtanın külliyenin bahçesinde Makedonyalı şairlerle yaptığı Cemil Meriç sohbeti olduğu belirtiyor. Onun cümleleriyle okuyalım günün devamını: “Yugoslavya’da, Harabati Baba Tekkesi’nde, Evlad-ı Fatihan neslinden genç bir şairin Cemil Meriç’ten bahsetmesi, doğrusu beni çok sevindirdi. Ve Cemil Meriç ismi, gönlümüzü sanki binlerce ateş böceğinin pırıltılarıyla ışıklandırdı. Yugoslavya’ya giderken üstadın Bu Ülke ile Umrandan Uygarlığa isimli kitaplarını beraberimde götürmüştüm. Üslubundaki mükemmel güzellik, beni hiç yalnız bırakmamıştı. İnsanı şaşırtacak kadar zengin olan Doğu ve Batı kültürü, tarihimize ve medeniyetimize bakış tarzı, Batı’yı en kesin çizgilerle ortaya koymaktaki başarısı, benim dikkatimi de kendi üzerinde toplamış, yazılarının tiryakisi yapmıştı. Bu bakımdan Cemil Meriç isminin, bizde uyandırdığı duygularla Şar Dağı’ndan mermer şadırvana sanki yeniden su geldi. Bütün çeşmelerden ince bir ilâhi başladı. Yatsı namazından selâm veren dervişler, çevremizi aldılar. Velhasıl Harabati Baba Tekkesi yeniden eski ruhuna kavuştu.”

Osmanlının son dönemlerinde bölgede yaşayan ünlü Bektaşi şair Said’in; tarihini, doğal güzelliklerini, manevi mekânlarını, türbelerini 16 bentlik manzumede anlattığı Kalkandelen günümüze ulaşamamış ne yazık ki… Ulaşabilenler ise Pena Irmağı’nın kenarındaki Harabati Baba Tekkesi ile Alaca Camii. Caminin hemen yanındaki Osmanlı yapımı ve bugün sanat galerisi olarak kullanılan hamam da görülmeye değer. Harabati Baba Tekkesi’nden Alaca Camii’sine geçtiğimizde aynı temiz havluların buraya da getirildiğini görüyoruz. Hurşide ve Mensure isimli iki kız kardeşin yaptırdığı Alaca Camii, iç ve dış süslemeleriyle “renkli camii” olarak da biliniyor. Mimarlığını İsak Bey’in yaptığı cami ilk olarak 1438 yılında inşa edilmiş, geçirdiği yangının ardından ise 1833’te Abdurrahman Paşa tarafından yeniden yaptırılmış. Canlı renklerdeki bitkisel motiflerin yanı sıra manzara ve bina tasvirleri de barındıran süslemeler, camiyi bölgenin en iddialı yapıları arasına sokuyor. 

Arka Kapak dergisi 33. sayı