A. Ali Ural

Sirkeci Garı’ndan Ahmet Haşim’i Frankfurt’a uğurlamaya gelenler “Rastgele!” demeyi unuttular, halbuki bir avcıyı yolcu ediyorlardı. Bu harikuladelikler sayyâdının tedavi için Avrupa yollarına düşmüş bir hasta kılığına girmesine aldanmamalıydı. Yalnız tebdili mekânda değil, tebdili kıyafette de ferahlık vardı. Hem etrafında gördüğü her şeyin sıradanlaştığı bir insanın kalbi saat gibi çalışsa, böbreklerinden çakıltaşlarını gösteren berrak dereler aksa ne çıkar.

Kısa süreliğine de olsa alışkanlığın yorucu atmosferinden kurtulabilmek için iki gün iki gece sürecek bir tren yolculuğunun lafı mı olur! Leyleklerin aksine soğuk bir ülkeye gidiyordu Haşim. “Mehtapta Leylekler” şiirindeki “Havada bir gölü tanzîr eder semâ bu gece / Onun böcekleri gûyâ nücûmdur yek-ser… / Neden bu âb-ı semâvîde avlananlar yok” sitemine cevap alamayınca iş başa düşmüş, harikuladeliklerle dolu bir çantayla geri dönülecek bir sürek avına çıkmıştı. Ona göre bir şeyin harikulade olabilmesi biraz da yanına konulan ya da eklemlenilen varlıkla ilgiliydi. Burada görev, şair muhayyilesine düşüyordu; varlıklar arasında sihirli bağlar kurarak her aleladeyi harikuladeye çeviren iksiri keşfeden şair muhayyilesine.

Frankfurt’a varmayı beklemeyip yolda avlanmaya başladı Haşim. Ancak akşamı seven şairin geceyle arası yoktu. “Sonsuz karanlıkları, uzun ve büyük bir burgu gibi delip geçen” trenin penceresinde gün yeniden ışımalıydı ki “Bulgar Kırları”ndan birkaç suluboya tabloya nişan alabilsin. “Fikrin henüz ziyaret etmediği dar alınlar”a düşse de tüfeğinin gölgesi çantası boştu hâlâ. “Göz için yeni bir şey yok!” diye isyan ediyordu manzaraya. Sonra bir şiir kitabına sığınıyordu tekrarlanan görüntülerden. Edebiyatla tabiatı kıyaslayıp, “Kitabımı okuyorum!” diyordu şımarık bir edayla.

Schopenhauer’u okumadığını biliyorum kompartımanda. Okusaydı üç tür yazardan hangisi olduğunu düşünürken iç sıkıntısından kurtulacaktı belki de: Düşünmeksizin yazanlar, yazarken düşünenler, yazmaya başlamadan önce düşünmüş olanlar… Gerçi Alman düşünürün neşterini gördükten sonra kim cesaret edebilirdi düşünmeden yazmaya: “…Yazmaya başlayıncaya kadar düşünmeyi geciktirmiş olan ikinci sınıf yazarlar rastgele ava çıkan ve bu yüzden evlerine çok fazla bir şey getirmeleri beklenmeyen (Yahut getirip getirmemeleri tamamen talihe bağlı olan) avcılara benzer. Halbuki üçüncü kümedekiler, yahut ender rastlanan yazarlar bir sürek avcısına (şikârını kaçırmayan avcıya) benzerler. Burada av daha önce yakalanmış ve bir zaman sonra salıverileceği kapalı bir alana konulmuştur ve aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra buradan alınıp bir daha kaçması mümkün olmayacak bir başka kapalı yere konulacaktır. Artık avcının yapacağı tek şey nişan alıp okunu fırlatmaktan –bir başka söyleyişle düşüncelerini kağıda dökmekten ibarettir. Bu, avcının sergileyecek bir şeyler ele geçirdiği bir avdır.”

Haşim’in yolculuğun başlarındaki kıymetli avı bir sinekti. Yenilgiyi kabul edip kompartımanını terk ederken atası Yunus’un “Bir sinek bir kartalı kaldırdı vurdu yere,” sözüyle teselli oluyordu zira. Derin bir mana pekâlâ bir sinek suretinde insanın dünyasına dahil olabilir, o vakit zafere dönebilirdi yenilgi.

Nihayet asıl av yerine ulaştı Haşim. Frankfurt istasyonunu ilk bakışta “çelikten, camdan ve mermerden bir güzellik” olarak çantasına atmaya kalksa da bu istasyona trenden yalnız iki kişinin –iki hasta- inmesini bahane edip bir “facia dekoru”na çeviriverdi avını: “İlk adımda bitmiş bir Almanya ile karşılaşmıştı.”

Haşim’in, bütün Avrupa şehirlerinin birbirine benzediği, birini görenin hepsini görmüş sayılacağı görüşü bir yergi midir yoksa bir övgü mü? Kartaca, Sidon, Babil ve Ninova gibi “altın şehirleri” düşlediğine bakacak olursak şairin “geniş, hendesî, temiz, pergel ve zevkin müşterek eseri” olarak tanımladığı Frankfurt caddelerinde bulamadığı bir esrarın peşinde olduğu düşünülebilir pekâlâ. Yine de mağazaların dekoru çarpmıştır onu ve ava giderken avlanmamak için “göz avlama sanatının zalim incelikleriyle” düzenlendiğini ileri sürmüştür vitrinlerin.

Haşim metcezir atışları yapmaktadır kalemiyle. “Arkalarında kış fidanlarının kırmızı çiçekleri olan, kristal camlı, bembeyaz tül perdeli mesut Frankfurt pencereleri”ne Ziya Osman Saba’nın Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’ndeki gözüyle bakmış, ancak hemen ardından bakışları caddeye kayarak “sefalet habercileri” olarak nitelediği işsizler ve dilencilerle buluşmuştur. Sonra teneke kutularla para toplamaya çalışan yardım cemiyeti mensuplarını, avcı üniformalı Hitlercileri, kırmızı kravatlı komünistleri ve siyah mantolu fahişeleri görmüştür karanlıkta. Görmüştür ve Giyom Tell’den daha iyi nişancı olduğunu gösteren cümlesini fırlatmıştır yayından: “Almanya pembe ve büyük bir elmadır. Fakat içi kurtludur.”

Frankfurt Seyahatnâmesi’ni Almanca’ya çeviren Beatrix Caner’e göre, “Gördüğünden daha fazlasını hisseden, kendisine sunulan Alman toplumunu sezgisel yolla inceleyen ve etki etmesine izin veren hassas bir yazarın envanter sayımıdır bu. Aynı anda hayranlık ve endişe duyduğu hatta bazen müdafaa ettiği bir toplumu mercek altına almıştır Haşim. (…) Yeni ve korkunç hedeflere gebe olan bir Avrupa’yı, kendi devinimi içinde inceleyen bir estet de ortaya çıkmaktadır eserde. İlk bakışta şehir mimarisinin abidevi estetiğiyle büyülense de o estetiğin arkasındaki dışlayıcı eğilimi, özellikle de kadim Avrupa’nın hümanist ideallerinin güne aktarılışındaki ‘başarısızlığı’ görmektedir şair.”

Goethe’nin müze haline getirilen evinde bir başka Ahmet Haşim vardır, Faust’un mürekkep lekeleriyle teselli olan Haşim… Ölümünden yüz sene sonra Goethe’nin evini dolduran Alman gençlerin heyecanı Haşim’e geçmiş, onların bilinçli ziyaretlerini adeta kıskanmış “lakayt bir gölge yığını” olmayan bu kadirşinas kalabalığı belki de hayalinde yerlileştirip yüz yıl sonraki kendi evine ve izlerine yöneltmiştir.

Kitabın ancak sonlarında hastalığından ve Volhard Kliniği’nden bahseder harikuladelikler avcısı. Hastalık bir av değil avcıdır çünkü. Fakat bu durum güzel sanatlar akademisi estetiğinde inşa edilen hastaneyi ve orada kendisine yapılan insanca muameleyi çantasına koymasına engel teşkil etmez. “Bizde hasta, cezalandırılması lazım bir kabahatli ve her türlü cefalara layık bir mücrimdir,” diyerek bu kez okunu geldiği yöne doğru fırlatır.

Ahmet Haşim için Frankfurt eğlenceden yoksun “tatsız bir aile şehri”dir. Hayvanla insanın güzel arkadaşlığı vardır fakat orada; sincaplar, serçeler, balıklar… Sonbaharı bizim sonbaharımıza benzemez, daha renkli ve çeşitlidir yaprakları. Asfalt yollarına âşık olur; dağ taş kaymak gibi asfalt… Fakat güneşi hatırlayıp susar Haşim. Bir parça güneşi koydun mu terazinin diğer kefesine denge alt üst olmaktadır: “Eski Yunanlılar’ın ve Latinlerin Paien cehenneminde hüküm süren yarım aydınlık işte Avrupa’nın bu bulutlu havası olacak…”

Avcının çantasında daha neler neler vardır. Kibar dilenciler, malumatfuruş akademisyenler, iltifatı gerçek sanacak kadar söze inanan saf insanlar… Hele büyük masraflarla bakımı yapılan bir özel parkın birkaç yaşlı Alman için ayakta tutulması vardır ki şaşırtır şairi. “Bir Alman’ın kıymeti yoksa beş Alman’ın, on Alman’ın, yüz Alman’ın ve altmış milyon Alman’ın neden kıymeti olsun?” diye cevap verilmiştir, Haşim’in hayretine.

Frankfurt dönüşü Sirkeci Garı’nda karşılanmak istemeyen Haşim’i karşılayan beş kişi değer bilmenin bir nişanesi olarak harikuladelikler avcısının çantasına girmeye hak kazanmıştır belki.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 14.sayısında yayınlanmıştır.