Abdullah Rıdvan Can

Hayaller mi, hatıralar mı? Hayal, sanat eseri oluşumunda nerededir? Salt hayal kavramından bahsediyorsak bu sinema açısından pek olanaklı görülmemektedir. Çünkü sinema her zaman öykü anlatmayı tercih etmiştir. Öykü; kendi içerisinde tutarlılığa sahip sıralı veya dağınık olabilir. Buna, sinemayı oluşturan göz karar verecektir. Kitabın genel sorunsalı da budur zaten: Rüya, Hayal ve Sinema. Bu üç kavramın sıralı bir şekilde ele alınması ve pratiğe dökülmesi de işin başka bir boyutudur. Evet, hayal mi, hatıralar mı? Tarkovsky’nin sözünü hatırlatarak bu bahsi ileride açmak üzere kapatıyoruz: Sanatçı asalak gibi çocukluğundan beslenir. Bu sebeple rüyalarımız ve hayaller; hatıralarımızın ipine sarılmadıkça bulundukları kuyuların içerisinden çıkma ihtimallerini bulamazlar.

Sadık Yalsızuçanlar’ın kitabının genel sorunsalı da bu minval üzere cereyan etmektedir. Rüya, hayal ve sinema kavramlarını; Türkiye Sineması ve Batı’da sinemanın bu kavram ve bu kavramların ortaya çıkardığı pratikleri gözden geçirme üzerine yoğunlaşmış bir metin olarak karşımıza çıkmaktadır. Farklı yazarların görüş, makale ve söyleşilerinden de faydalanarak bu kavramlar üzerinden özellikle Tarkovsky gibi bir sinemacıyı olayın merkezine koyarak geçmişten günümüze sinemanın iki yakada (doğu-batı) temsilini masaya yatırıyor. Bu çalışmada en ilgi çeken taraf ise İslami kaideler üzerine inşaa edilen bu kavramları; İslam âlimleri olan Bediüzzaman ve Muhyiddin İbni Arabi gibi temsil, gösterme, hayal, rüya gibi kavramlarla çokça içli dışlı olmuş, eserlerinde bu yöne dikkat çekmeyi başarabilmiş ve hikâye etme özellikleri olan şahıslardan yararlanıyor olmasıdır. Özellikle de Bediüzzaman’ın kitaplarında geçen temsil hikâyelerini irdeleyerek o hikâyelerdeki hayal ve rüya kavramlarını sinema ekseninde değerlendirmektedir. Bunun çıkış noktası olarak ele alınmasındaki en önemli sebebin; günümüzdeki Türkiye sinemasında en büyük problem olan hikâye anlatma ve senaryo zayıflığı olduğu söylenebilir. Bu sayede hakikate, hayale ve rüyaya ilgi çekilerek gerçekliğin ve inandırıcılığın merkezi sayılan sinemanın bu süreci nasıl değerlendirebileceğinin ipuçları sunulmaktadır.

Kitapta bahsi geçen ve meselenin bir diğer boyutunu oluşturan mevzuyu ise şu cümleyle açıklamak gerekecek: Baudrillard; ilkel toplumların maskları, burjuva toplumunun aynaları, bizim ise görüntülerimiz var, tümcesini, hiç kuşkusuz bugüne dair önemli bir sanatsal dürtü olarak söylemiştir. Görme-gösterme ve buna ait olan tüm algılama araçları “seyir” pratiğine dayalı birer söylevdir. Pratiğe dayalı olmasının en temel koşutu, günümüz toplumlarının görsel kabulünün eskiye göre çok daha fazla olmasıdır. Görsellik ve görsel olana duyulan ilgi; sosyal medya ve yazılı-basılı iletişim araçları sayesinde önü alınmaz bir artış göstermiştir. Bu etmenin yanı başında ise sinemanın varlığı, ortaya çıktığı ilk zamanlardan beri önemini hep korumuştur. Seyirlik öykülerin, nicelik olarak tartışılmasının yanı sıra sinematografinin kuramsal okumalarla varolabileceği umudu her zamankinden daha baskın bir haldedir. Gördüğümüz şey, aslında anlatılanın kendisi olmadığı için, sinema her daim kendisini açıklayıcı kavramlar üretmiş ve ilgiyi hep kendisinde toplamıştır. Sinema; gördüklerimizin ve hayal ettiklerimizin dışında kalan kısımlarıyla varlığını sürdürebilmektedir. Çünkü sinema; en mahrem olanı, yani hayallerimizi gösterme konusunda bizleri kendisinin içerisine hapseden bir yapıya sahiptir. 

Arka Kapak dergisi 7. sayı