Mustafa Özel

Eflatun’a göre, ilahî bir ihsandı oyun, kutsal bir karakteri vardı. İnsan nihayette Tanrı’nın bir oyuncağından başka neydi ki? Hayatımızı öyle yaşamalıydık ki, oyun olabildiğince mükemmel olsun! Alman romantizminin pîri Schiller, “Ticaret ve akılcılık insanın hem hakiki yaratıcılığını, hem de bütünlüğünü zedeler.” diyordu; oyun tek çıkış yoluydu. İnsan son kertede oyun oynadığı kadar insandı. Rasyonelliği arttırıp can sıkıntısını yoğunlaştıran sanayi çağı, işleyiş mantığını gizlediği oyunu daha görünür kıldı. Huizinga, oyunun kültürün temeli olduğunu dile getiriyordu: Medeniyet oyundan gelmiyor, oyunda ve oyun olarak tezahür ediyordu!

Türkiye’nin birkaç büyük sanayicisinden biri olan İbrahim Bodur’un, ileri yaşında yatağa bağlı hâle gelen ünlü bir sinema/tiyatro sanatçısının tüm bakım işini üzerine aldığını, büyük oyunbazın sağlık dahil bütün sorunlarıyla candan ilgilendiğini duyduğumda çok takdir etmiştim. Az da olsa şaşırdığımı fark eden İbrahim Bey, “O benim ilk mesai arkadaşlarımdan biridir!” demişti. Kırka yakın güftesi olan sanayicinin iş ve musikî tutkusunu biliyordum, fakat tiyatro? Şöyle izah etti:
1940’ların ortalarında, Robert Kolej’de okurken, yaz aylarında tütün ihracatçısı babamın Ortaçeşme’deki tütün işleme tesislerinde çalışıyordum. Tanıdık bir banka müdürü babamdan ricacı olarak, biraz iş öğrensin diye, pek haylaz bulduğu yeğeninin, bizim depolarda çalışmasını istemişti. Haylaz yeğen geldi ve güya çalışmaya başladı. Fakat aklı fikri tiyatrodaydı. Her soluklanmada, her bir molada gösteri yapmaya, diğer çalışanları güldürmeye başladı. Eğlendirerek eğleniyor, ancak böyle rahat edebiliyordu.

Önce biraz şaşırdık, hatta kızanlar oldu. Fakat genelde memnuniyet çok fazla olunca molalarda tiyatro gösterileri yapmak üzere tütün sandıklarından iptidai bir sahne yaptık. İşçilerin dinlenme aralarında gösteriler düzenlemeye başladık. Baktık ki bizim haylazı izleyenlerin verimi artıyor, bu işe daha bir hevesle sarılıp tiyatro konusunu sürekli hâle getirdik. İşte bu haylaz oyuncu, Münir Özkul’du!…

Hababam Sınıfı’nın Kel Mahmut Hoca’sı, Hayalhâne-i Osmanî’nin kurucusu Kel Hasan ve İsmail Dümbüllü’den sonraki üçüncü “kavuklu” temaşa sanatçımız… Dickens’ın kalemine lâyık bir roman karakteri… Charles Dickens, 19. yy İngiltere’sinde sanayileşmenin yol açtığı can sıkıntısına “fabrikaya karşı sirk” çözümünü önerdi. Çevresine baktığında İbrahim Bodur yerine Bounderby gibi sonradan görme işadamlarını veya Gradgrind gibi hayal düşmanı eğitimcileri görmüş olacak ki İngiliz ve dünya edebiyatının en matrak trajedilerinden biri olan Hard Times’ı kaleme aldı. Romanı ben yazsaydım, muhtemelen başlığı Soytarının Kızı olurdu. Sinekli Bakkal’ın İngilizce orijinalinin başlığının da bu olduğunu söylersem, Halide Edib’in “edebî hakikat arayışı” hakkında bir fikir vermiş olur muyum, bilmem! Soytarılık, modern insanın can simididir!..

Türkçeye, Zor ZamanlarZor YıllarZor Günler gibi başlıklarla çevrilen roman, sanayi çağını simgeleyen Kömürkent’in (Coketown) can sıkıntısı gerçeğini irdeliyor. Eser beklenebileceğin aksine, fabrika bacalarının tasviriyle değil, bir ilkokuldaki gerçeklik talimiyle başlıyor: “Şimdi; sizlerden yalnızca gerçek bilgiyi istiyorum. Bu çocuklara yalnızca gerçekleri öğreteceksiniz. Hayat için gerekli olan şey somut gerçeklerdir. Bu kafalara başka şey ekmeyin. Olanları da söküp atın! Düşünen hayvanların beyinlerini yalnızca gerçeklerle doldurabilirsiniz. Geri kalanı işlerine yaramaz. Ben kendi çocuklarımı bu ilke doğrultusunda yetiştiriyorum. Bu çocukları da öyle. Gerçeklerden şaşmayınız bayım.”

Gerçeklerin ve hesapların adamı Thomas Gradgrind, önünde “gerçeklerle dolmayı bekleyen ufacık kaplar”dan 20 numaralı Sissy Jupe’un odasını çiçek desenli kilimlerle süslemeyi düşlediğini işitince küplere biner: “Düşlemek yasak! Düşlememeli, böyle bir şey yapmamalısın.” Sonra sınıfa döner ve sesini yükseltir: “Her yönden ve her anlamda gerçeklerin denetiminde olmalısınız. Düş sözcüğünü dağarcığınızdan söküp atmalısınız. Onunla işiniz yok.”

Sissy’nin babası sirkte çalışmaktadır. Bay Gradgrind, panayır yerine kurulan sirkin yanından geçerken başından kaynar sular dökülmüş gibi olur: İki çocuğu da gerçeği delmekle meşguldürler! “Metalurjik Louisa’sı gözünü bir deliğe uydurarak bakıyor; kendi özbeöz matematiksel Tom’u ise yere yatmış, Tirol çiçek numarasından hiç değilse bir nal görebilmek için debeleniyor!”

Şaşkınlıktan dili tutulan Bay Gradgrind, “aile şerefini beş paralık eden” çocuklarına haykırır: “Bu ne saçmalık, ne aptallık! Ne yapıyorsunuz burada?… Sizler! Bilim dallarının önünüzde açık durduğu sizler! Bilgi dağarcığı dolu sizler! Matematiksel doğrularla yetişmiş olan sizler! Burada! Bu aşağılanmış durumda, ha! Söyleyecek söz bulamıyorum!”

“Sıkılıyordum.” dedi Louisa. “Uzun süredir çok sıkılıyordum.”

“Sıkılıyor musun? Neden?” dedi şaşkın baba.

“Bilmiyorum. Sanırım her şeyden!” Kömürkent, tıpkı Bay Gradgrind gibi, düş gücünden yoksunluğun anıtı gibidir. “Birbirine benzeyen bir iki büyük caddeyle bir yığın küçük sokakta, birbirine benzeyen bir yığın insan, aynı saatte gidip geliyor, sokaklarda aynı sesleri çıkarıyor, aynı işi yapıyordu. Her günleri bir diğerine benziyor, her yılları bir öncekiyle bir sonrakinden farklı olmuyordu.” Dickens, soytarılığı yeni yaşam biçimindeki derin sıkıntının telafisi için şart görüyordu. Sirk yöneticisi Bay Sleary, umutsuz bir vaka olan “gerçeklerin adamı”na bu gerçeği peltek diliyle ancak şöyle izah edebiliyordu: “İnsanlağın eylenmeğe geğeksinimi vağdığ, Bayım. Devamlı öğğeniyoğ, devamlı çalışıyoğ olamazlağ. Yaşamın canını çıkağmayın, tadını çıkağın!

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 16.sayısında yayınlanmıştır.