Haydar Ergülen

Yazısını yazmadıysam da cümlesini kurmuşumdur: “Bir yaştan sonra ne yazsam, şiir, deneme, köşeyazısı, hep gezi yazısı yazıyormuşum duygusuyla başlıyorum.” Başlıyorum yerine, yazı gezi ya, yola çıkıyorum, yola koyuluyorum, vira bismillah diyorum, demem gerekiyor sanırım.

Kendimi sabırlı bilirim, en azından taşra sıkıntısına eş bir taşra sabrım var diye düşünürüm. Bazen yavaşlık da sabır diye adlandırılır. Eh olsun bunda da bir yanlış yok zannımca, ha yavaşlık ha sabır, ha sakinlik ha seyahat!

Karpuz kabuğu suya düşmeden…Bakar mısınız şiir gibi bir deyim ya da edebi bir gezi yazısına başlamak için renkli bir giriş cümlesi. Hatta bir dizi gezi yazısı için başlık bile olabilir. İçinde yaz da var, serinlik de var, renk de var, hareket de var, akış, gelişme, gidiş, havalanma, vs. var. Bir cümlede bile insan nereleri gezebilir, hatta dönüp benim gibi bu yazıyı bile yazabilir. Yeter ki…

“Kararmasın sol memenin altındaki cevahir”.

Ben çok yazıp az gezenlerdenim, benden daha az gezenler de var biliyorum, hatta benim gezdiklerim onlara çok geliyor, hiç oturmuyorsun diyorlar, öyle, oturmuyorum da, bilmem ki bu gezmek sayılır mı ya da gezi diye adlandırılacak türden mi? Sanmam. Hemen çoğu iş gezisi. Doğrusu ‘iş’ tanımını tam anlamıyla hak eden reklamcılık yıllarımda, ki iftiharla söyleyebilirim tam 24 yıl 9 ay, diyeceksiniz ki bunda iftihar edecek, övünecek ne var? Olmaz olur mu, direnme, dayanma ve tahammül ödülü var, daha ne olsun? O yıllarda reklam ajansındaki işim gereği özellikle yurt dışında pek çok toplantıya gitmem gerekiyordu. Fakat ben ne kadar az hareket edersem o kadar iyi felsefesinden mi artık, böyle felsefeler de var değil mi, yoksa ruh tembelliğimden mi her nedense, bırakın yurt dışlarına uçmayı, şurdan şuraya mümkünse adım atmayı istemezdim. Yurt dışından yırtmak isterdim, yırtdışı derdim buna ve çoğu kez de bir gerekçe bulurdum. Yerime ajanstan başka bir arkadaş yollardım, Portekiz’e, İspanya’ya, Fransa’ya… Ancak yakın yerlere giderdim, Yunanistan’a, Yunan Adalarına sözgelimi…

Gel zaman git zaman…

Akan zaman duran zaman…

Yoran zaman vuran zaman…

Soran zaman…

Yaşım 40’a gelip, hani o merdivenlerin yarısını geçip, az gittik uz gittik düşüncesiyle bir an soluklanmak istediğimde bir de ne göreyim, bir arpa boyu bile yol gitmemişim! Karıncalar bile benden çok gezmiş, kaplumbağalar bile beni geçmiş, işte tam o sırada ‘insanoğlu kuş misali’ diyen tekkedeki dervişler misali şöyle bir oturduğum yerden doğrulmamla birlikte…

Duvardaki dünya haritasını görmem bir oldu. Dünya diye bir yer varmış diye düşündüm, ben de burada yaşıyormuşum ve o çok büyükmüş. Bakmayın dünya çok küçüldü, o artık bir köy filan diyenlere. O dünyanın batısı için öyle, dünyanın doğusu için bir masal! Bizim için dünya hala çok büyük! Fakat yakında, bir yanına yığılma olduğunda kayığın devrilmesi gibi, dünyanın da devrileceğini düşünüyorum. Zira dünyanın doğusu dünyanın batısına yığılıyor ve yakında dünya yalnızca batıdan ibaret kalacak, dünya doğudan batacak! Demek ki 20 yıldır, artık 6o yaşındayım çünkü, gezmek de yazmanın bir biçimi oldu benim için. Çok okuyan mı yazar çok gezen mi derseniz, 50’ye kadar çok okuyan 5o’sinden sonra çok gezen bile diyebilirim. Ama gezi kitapları okumak da bence okumaktan çok gezmeye dahildir. Bazen öyle eşsiz deneyimler okursunuz ki, o deneyimi yalnızca okuyabileceğinizi ve bunun biricik olduğunu düşünürsünüz. Öyleyse sizin asla yaşayamayacağınız bir deneyimi, bir gezgin, bir yazar aracılığıyla yaşamış olursunuz. Bu yüzden sanırım eski-yeni demeden gezi kitaplarını okumaya yıllardır merak saldım. Bazen neler yitirmişim diye okuyorum tabii ve o zamanlarda hayli kederleniyorum yitik zaman için. Daha doğrusu kendimi oturanboğa olarak hatırladığım zamanlar için.

Öyleyse dünyaya ilişkin ikinci ve hakiki yorumumu da yapabilirim. İlki şuydu: İnsan dünyaya aşk için gelir. Aşk olmasa insan dünyaya niçin gelsin ki? Bunca acıyı çekmek, yorulmak, çoğu kez isteklerine kavuşamamak, zorluklara katlanmak, hastalıklarla boğuşmak, iletişimsizlik, yalnızlık, kabalık, kalabalıklar, anlayışsızlıklar… Ki yazı bile ‘hadi gidelim!’ diyecek biraz daha sayarsam!

İkincisi ise gezmekle ilgili.

İnsan dünyaya gezmek için gelir.

Aslında aşktan sonra tüm sebepler boştur, boşunadır. Aşk hepsini içerir çünkü, aşkla olur her şey, yazmak da gezmek de, havalara uçmak, kederlere dalmak, ekmeği bölmek, domatesi yıkamak, dut ağacını silkelemek, suya atlamak, bisikletten düşmek ve bunlar gibi sayısız ne varsa hepsinin de sebebi aşktır, insanın sebebi aşktır, dünyanın sebebi aşktır. Aşk hem ustamızdır, hem çırağımızdır, hem fenerimiz hem çerağımızdır…

Gezmek de aşktır, dünya aşkı deyin, yaşama aşkı deyin, insan aşkı deyin, doğa aşkı, ne derseniz o olur aşk ve sizi utandırmaz. Aşk kimseyi utandırmaz. Geze geze yolumuz aşka varıyor işte. İnsan sevdiği için geziyor ve gezmeyi sevdikçe kendini de seviyor, insanları da seviyor, dünyayı, doğayı, yaşamı, dilleri, kültürleri, renkleri, farklılıkları seviyor ve sanırım insan böyle insan oluyor. İnsan aşık olunca söylenenin tersine kendini kaybetmiyor hayır, kendini buluyor. Gezmek gibi tıpkı. İnsan gezerken kayboluyor ya aslında işte o insanın kendini bulması.

Gezdiklerimi gördüklerimi anlatacağıma her zamanki gibi kötü felsefe yapıyorum baksanıza. Yazacak, söyleyecek fazla şeyleri olmayanlar işte böyle sözcükleri dolandırır, anlamı bulandırır ve ucuz edebiyat yaparlar. Filmi bile var biliyorsunuz, Pulp Fiction. Tabii gezmek tozmak gayet güzel ve hoş da, işte iş yazıya gelince, cümleler birer kartpostala dönüşüyor. Oysa dünyanın kendisi bir imge. Bazen gerçek olamayacak kadar tuhaf, olağanüstü, güzel, bazen de değil imge bir çağrışımın bile rüzgarı olamayacak kadar kapalı, sert, acımasız ve sıkıcı bir şey. Şey mi dedim diye sorar gibi yapmayacağım kendi kendime, evet, dünya, şey, işte. Ve biz de o şeyin içinde adına yazmak, gezmek, düşlemek dediğimiz fiilleri işliyor, bunların hangisinin, hangisinin sebebi olabileceğini tartışıyor, yazıyor ve konuşuyoruz.

Tanışıyoruz demeyi unutmadım, bu paragrafın başına sakladım. Niye mi? Aşk da bir tanışma biçimidir, “Çünkü sevdikçe beni sen kendini tanıdın” dediği şey aşktır Edip Cansever’in, gezmek de yine başkalarını tanır gibi kendini tanımasıdır insanın. Aşkta kendini sevdiği kadar kendinden uzaklaşmayı, başka biri olmayı da dileyen insan, gezerken başkalarını da kendini sever gibi sevmeyi, anlamayı ve sezmeyi öğrenecektir. Gezip gördüklerin senin olsun gezip görmek istediklerini söyle derseniz, ömür biter yol bitmez derim ve kimileri klişe de sayılsa, ah ölmeden görebilsem dediğim yerlerden ilk aklıma gelenleri şöyle sayabilirim: Karadeniz, Viyana(gençken bir gitmiştim, bir daha kısmet olmadı), her zaman Balkanlar, elbette Küba, Buenos Aires, Senegal, Mali, Finlandiya, Portekiz… Kimbilir heyecandan unuttuğum daha nereler vardır…

40’tan sonrası çok çabuk geçiyormuş, 20 yıl öncesi daha dün gibi aklımda. İşte her şeyi vaktinde yapmak gerektiğine dair bir yazı. Yine de dünyanın doğusu ve batısı arasındaki adaletsizlik, eşitsizlik, bizim gibi doğuluların geç kalmasına, sonradan görme, sevme ve gezmeliğine neden oluyor ama, ne yapsan boş, ömür geçiyor, ne yazmaya ne okumaya ne de gezmeye zaman yetiyor! Siz siz olun… 

Arka Kapak dergisi 14. sayı