Selim Ahmetoğlu

Hem zevkle okunan hem de derinlemesine düşündüren kitaplara denk geldiğim zaman ayrı bir mutluluk duyuyorum. Bu ay, sizlere, Metis Yayınları tarafından 2017 yılının Mayıs ayında basılan ve Prof. Dr. Cemal Kafadar’ın kaleme aldığı Kendine Ait Bir Roma: Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kimlik Üzerine adlı kitaptan bahsedeceğim. Uzun yıllardan beri Harvard Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak akademik hayatına devam eden Cemal Kafadar’ın bu eseri, “Teşekkürler” kısmının haricinde “Giriş” ve “Kendine Ait Bir Roma” adlı iki bölümden oluşmaktadır.


Kendine Ait Bir Roma
Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kimlik Üzerine
Cemal Kafadar
Metis Yayınları

İlk olarak; “Teşekkürler” kısmında yazarın ifadelerine bakıldığında, bu kitabın ana metnini oluşturan “Kendine Ait Bir Roma” başlıklı bölümün 2006 yılında gerçekleştirilen “Diyar-ı Rum’da Mimari Tarihi” başlıklı bir konferansta yapılan bir konuşmanın genişletilmiş hali olduğu ve bu metnin önüne konulmak üzere hazırlanan oldukça uzun “Giriş” bölümünün yeni kaleme alındığı görülmektedir. Bu kitabın iki önemli anahtar kelime, diyar-ı Rum ve Rumîlik ve bu iki önemli anahtar kelimenin yansıttığı toplumsal ve kültürel gerçekliklerin tarihi üzerine kurulduğu da anlaşılmaktadır.

“Giriş” bölümüne tarih yazıcılığının özgürleştirici olmak zorunda olduğunu, aksi takdirde görevini yerine getiremeyeceğini belirterek başlayan Kafadar, tarihin cilveli, hürriyetin efsunkâr ve zulmün kurnaz olduğunu belirttikten sonra Osmanlı-Türk kültür hayatında hürriyet ve vatan kavramlarının üzerinde duran Namık Kemal’den hareketle öncelikle bu iki kavramı tartışmaktadır. Özellikle, vatan kavramının günümüzde algılandığı anlama gelene kadar geçirdiği değişimlerden söz etmektedir. Bugün kullandığımız anlamıyla vatan fikrinin modern ideolojilerin bir ürünü olmasına karşın bir yere aidiyet hissinin de oldukça eski zamanlara uzanan köklerinin bulunduğunu vurgulamaktadır. Vatan kelimesinin yanı sıra Türklerin il kelimesini de kullandığını belirtmektedir. Bu görüşlerini ifade ederken oldukça ilginç bir örnek vererek yoğurdun nasıl bir toplumsal ayrıştırma aracı olarak kullanıldığından bahseden Cemal Kafadar, bir dönemler yoğurdun köylü, taşralı, kaba saba çağrışımlar içerdiğini ve 1924 Türk-Yunan nüfus mübadelesinde Yunanistan’a gönderilen İstanbul’un ve Anadolu’nun Türk dilli Ortodoks Hıristiyanlarının yeni yurtlarında “yoğurtla vaftiz edilenler” denilerek tahkir edildiğini söylemektedir. On birinci yüzyıldan itibaren Roma ve Bizans’ın mirası bu “Rum” coğrafyasında yaşayan Türk dilli insanların bir kısmının o coğrafyaya ait ve onun kültür mirası ile gündelik hayatın akışı içinde hemhal olmak anlamında Rumî olduklarını ifade eden Kafadar, on dokuzuncu yüzyılda “medenileştirici emperyal misyonu” sahiplenmek anlamında Romalıların temsil bayrağını en hararetle taşıyan ve en sistematik şekilde devlet kültürüne ve eğitimine yerleştiren devletin Britanya olduğunu iddia etmektedir. Ayrıca, yazar, kendini Rumî olarak adlandıranların Roma imgesini değil yerleşik oldukları toprak ve süregelen kültürel gelenek ve tutumları miras aldıklarını da vurgulamaktadır. Ardından diyar-ı Rum neresidir sorusuna cevap arayan yazar, günümüzde pek çok tarihçinin bir ön kabul olarak bu soruyu Anadolu şeklinde cevaplandırmalarına karşın bunun tam anlamıyla kapsayıcı olup olmadığını tartışmaktadır. Bu tartışmanın neticesinde de diyar-ı Rum’u Balkanları ve Anadolu’yu kapsayan ve modern zamanlarda adını koymakta zorlanılan bir “yer” olarak tanımlamaktadır. Bu coğrafyanın insanlarının da kendilerini Rumî olarak adlandırdıklarını çeşitli örneklerle ortaya koymaktadır. Coğrafyaya kimlik ve anlam kazandıranın insanlar, insanlara da kimlik ve anlam kazandıranın coğrafya olduğunu belirten Kafadar, bunun da Hacı Bayram-ı Veli’nin dilinden “tâş ü toprak âresinde” yoğrularak gerçekleştiğini ifade etmektedir.

“Kendine Ait Bir Roma” başlıklı ikinci bölümde ise on ikinci yüzyıldan itibaren Avrupa dillerinde TurchiaOsmanlı TürkiyesiAvrupa ve Asya Türkiyesi gibi adlandırmalara rastlanırken, Arap kaynaklarında Anadolu’dan bahsedilirken berr-i et-Türkiyye el-ma’ruf bi-bilâd er-Rum (diyar-ı Rum olarak bilinen Türk toprakları) gibi betimlemelere denk gelindiği ifade edilmektedir. Yazar, diyar-ı Rum tabirinin zaman içerisinde Türkçe konuşanların ikamet ve hükümet ettikleri bölgeyi ifade edecek şekilde genişletilerek kullanıldığını belirtmektedir. Rumî kelimesinin de bu bölgede yaşayan Müslümanlar tarafından kimlik olarak benimsendiği ve kullanıldığını söyledikten sonra bugün dünyanın dört bir tarafında Rumî denilince Mevlana Celaleddin-i Rumî’nin anlaşıldığını söylemektedir. Kafadar ayrıca geç Ortaçağ döneminde Rumî kelimesinin toplumsal tabakalaşma neticesinde Türkçe konuşan ve şehirli kimseleri ifade etmek için kullanıldığına, Rumî’nin zıddı olarak ise aşiret yaşam tarzı ve kültürel kodlara işaret etmek amacıyla Türk kelimesinin kullanıldığına değinmektedir. Başka bir değişle Rumî’nin burjuvayı ifade ederken Türk’ün köylüyü ifade ettiğini vurgulamaktadır. Klasik dönemde Osmanlı aydınlarının, kendilerini Rumî olarak adlandırmalarına rağmen dış dünya tarafından Türk olarak adlandırıldıklarının bilincinde olduklarını söyleyen Kafadar, diyar-ı Rum ve Rumî kelimelerinin hiçbir Osmanlı resmî belgesinde geçmediğinin altını çizmektedir. On sekizinci yüzyıl boyunca kullanımları iyice azalan diyar-ı Rum ve Rumî kelimelerinin, özellikle, 1821 Yunan İsyanı sonrası süreçte anlam değişikliğine uğradıklarını ve Yunanlılarla ilgili anlamlar yüklendiklerini belirten Kafadar, bu dönemden sonra AnadoluOsmanlı ve zaman içerisinde Türk kelimelerinin yeni anlamlar yüklenerek daha yaygın biçimde kullanıldığını ifade etmektedir. Kafadar, Anadolu’nun Osmanlılar arasında düzenli olarak ve derin bir anlam atfedilerek, imparatorluğun Avrupa’daki neredeyse bütün topraklarını kaybettiği 1912-13 Balkan Harbi’nin ardından kullanılmaya başlandığını belirtmektedir.

Sonuç olarak, bir halkın ve bir coğrafyanın yüzyıllar boyu birbirlerini karşılıklı biçimlendirmeye çalışmalarının sonucunda önceden sadece toprak olan şeyin vatana dönüştüğünü ifade eden Cemal Kafadar, insanın kendi kimliğini tarihten soyutlayarak tasarlayamayacağı için kendisine ait bir Roma’nın olamayacağını belirterek eserini sonlandırmaktadır. Oldukça akademik bir konuda zevkli bir üslup ve dikkat çekici örneklerle şekillendirilmiş bu kitabın okuyucularının ilgi ve takdirini toplayacağı kanaatindeyim. 

Arka Kapak dergisi 22. sayı