İbrahim Tüzer

Ümit var mı?” diyordu, doktor cevap verdi: – Ümit ne zaman kesilir?..

Halid Ziya Uşaklıgil – Mai ve Siyah

Bir milletin büyüklüğü, sahip olduğu edebiyatının içerisinde meydana gelmiş derinlikli anlam alanlarına ulaşabilen şaheserler ve nesilden nesle aktarılarak sonraki kuşaklara ulaştırılan başyapıtlarla da ölçülebilir. Hem fert hem de toplum planındaki “yaşanmışlıklar” olarak adlandırabileceğimiz tüm hevesler, hayal kırıklıkları, zedelenmişlikler, ümitler, başarılar, tecrübeler ve dahası, sanatkâr muhayyilesinden adetâ ilmek ilmek örülerek sanat eserine dokunur. Dikkatli bir nazar ile bakılıp kelimelerin dile gelen çoğul anlamlarına kulak verildiğinde bütün bir milletin sanat eserine damıtılmış olan maddi-manevi macerasını ve trajedisini görebilmek mümkündür. Tarihin her kesitinde kendi neslinin ve döneminin sesi soluğu olabilen nitelikli eserler bu yönüyle ele alındığında zamanın ötesine geçer ve her dönemde okunup anlamlandırılabilecek bir yapıyla yeni okur ve muhataplar arar.

1896 yılında Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilmeye başlanan Halit Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah adlı romanı da böyledir. Hayal edilen ile gerçekte olan arasında sıkışıp kalan roman kahramanlarının etrafında örgülenen olaylar, her dönemin ve neslin kendinden bulacağı pek çok yeni anlam alanlarıyla zenginleşmektedir. Özellikle Ahmet Cemil’in “Hayal ve Hakikat” çatışmasıyla ortaya çıkan trajedisi, yaşadığı dünya üzerinde kendi çatışma alanları üzerine düşünebilen okurlarda yeni anlam alanlarına ulaşır. Esaslı bir edebî eserde olması gereken önemli özelliklerden biri olarak değerlendirebileceğimiz bu yapı, Mai ve Siyah’ın da ölümsüz olmasına imkân vermektedir.


Mai ve Siyah
Halit Ziya Uşaklıgil
Akçağ Yayınları

Diğer taraftan Servet-i Fünûn dergisinde 1899 yılında tefrika edilmeye başlanan Aşk-ı Memnû adlı roman için de aynı hususu işaret etmek mümkündür. Bireysel ihtiras ve trajedilerin yön verdiği “Yasak Aşk” etrafında şekillenen metin, kimi zaman en masum bir duygu değerinin kimi zaman da kabul edilemeyecek ahlak dışı bir tutumun yönlendirmesiyle her dönemin ve her neslin ilgiyle okuyacağı edebî bir esere dönüşmüştür. Özellikle Bihter’in kişisel dünyasında kendiliğiyle olan mücadelesi, sınanan bir varlık olarak insan tekinin dünya üzerindeki macerasını örneklemesi bakımından önemlidir. Aşk-ı Memnu, bu yönleriyle nesilden nesle aktarılarak var olmaya devam edecektir.


Aşk-ı Memnu
Halit Ziya Uşaklıgil
Akçağ Yayınları

İlk defa 1901 yılında Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilmeye başlanan fakat sansür nedeniyle yayımı 1924 yılına kalan Halit Ziya Uşaklıgil’in Kırık Hayatlar adlı romanı için de aynı hususu belirtmek gerekir. Toplumun farklı katmanlarında yer alan ve hayatı yaşama biçimleri farklı insanların hikâyeleri “kırık” sözcüğü ile karşılanarak “acı” parantezine alındığında her dönemin ve neslin anlam dünyasında karşılık bularak zenginleşmektedir. Özellikle mutlu bir aile ortamında eşine ve çocuklarına sadık kalamayıp iç huzurun uzağına düşen Ömer Behiç’in kişisel trajedisi, modern dünyada kendi çatışma alanları üzerine düşünebilen okurlarda yeni anlam alanlarına ulaşır. Bir metnin edebîlik değeri kazanmasında ve nitelikli bir anlatı formuyla karşılanmasında esaslı unsurlardan birisi de metnin her okunduğunda yeni anlamlarla derinleşebilmesidir. Uşaklıgil’in Kırık Hayatlar adlı romanı da aradan geçen yıllara rağmen metnin merkezine “örnek okur” olarak yerleşen muhataplar için yeni anlam alanlarıyla zenginleşmeye devam edecektir.


Kırık Hayatlar
Halid Ziya Uşaklıgil
Akçağ Yayınları

Değişen Alfabeye İnat, Değişmeyen İnsan ve Anlatı

Sanatkârın önemli bir özelliği toplumun önünde yürüyor olması ve yazdıklarıyla birer işaret fişeği vazifesi görmesidir. Olabilecek birçok aksaklığı sanatkâr, sıradan insanlardan daha evvel sezer, fark eder ve dile getirir. Bu durum dil ve toplum ilişkisi açısından ele alındığında da aslında aynıdır. Sanatkâr kendi eserinin dilini, sanat eserini zaafa uğratmadan okuruna göre ayarlayabilir. Bir eserin dil açısından sadeleştirilmesinin yazarı tarafından yapılıyor olması, en ideal olanıdır. Çünkü sanat eserini ortaya çıkaran ve her bir sese, kelimeye, cümleye sinen ruh, sanatkârın kendi ruhudur. Sadeleştirmeyi yaparken, o ruhu en nihayetinde muhafaza etmesi gereken de sanatkârın bizatihi kendisidir.

Halit Ziya Uşaklıgil, yukarıda sözünü ederek kısaca tematik problemlerini işaret ettiğimiz romanlarını ve diğer eserlerinin birçoğunu Latin harflerine kendisi aktararak, 1928 sonrası “yeni dil”de de var olmaya devam etmiştir. Sonrasında ise dönemin şartlarına göre okurun dil algısını göz önünde bulundurarak eserlerinin dilini incelikli bir biçimde bizatihi kendisi sadeleştirmiş; hatta kimi romanlarının dilini hayattayken 2-3 kez sadeleştirme ihtiyacı duymuştur. Yazarın buna yönelik gayretini Mai ve Siyah’ın sadeleştirilmiş ilk baskısını yaparken 1938 yılında kaleme aldığı önsözdeki şu satırlarda görmek mümkündür: “Mai ve Siyah için sadeleştirilmesi ve yeni yazı ile tekrar basılması hakkında ısrar edenler olduğu gibi eserin, yeni yazı ile basılmasına değil, fakat sadeleştirilmesine itiraz edenler de bulundu. Eser eski halinde mevcut olmakta devam ediyor, eğer ona genç nesil de rağbet edecekse yeni yazı ile basılması bir zaruret demek oluyor, bu takdirde de sadeleşmesine şiddetle lüzum var; mademki yeni nesle mahsus olacaktır, lisanını onun kabul edebileceği bir şekle sokmak girişimin doğal bir gereği demektir.”

Servet-i Fûnun topluluğunun kurucularından olan Halit Ziya Uşaklıgil’in muhakkak ki en önemli yönü romancılığıdır. Fakat yazar, sayıları iki yüzü aşan hikâyeleri ile de edebiyatımızda bu türün gelişmesine çok önemli katkı sağlamıştır. Onun hikâyeleri, Ahmet Mithat’ın henüz halk ve meddah hikâyelerinin tekniğinden ayrılamamış anlatılarından sonra, yetkin tarzda yazılmış ilk örnekler olarak gösterilebilir. Dil, üslûp, tahkiye ve teknik özellikler bakımından romanlarıyla aynı çizgide değerlendirebileceğimiz Halit Ziya’nın hikâyelerinin geri planında merak duygusunun yönlendirdiği çok geniş bir birikimin olduğunu söylemek gerekir. Hikâyelerindeki vaka, tasvir ve tahlil gibi unsurları, romanın tekniğine bağlı olarak başarılı şekilde yürüten sanatkâr henüz yirmili yaşların başındayken özellikle tahkiye sanatı üzerinde derinleşebileceği çalışmalara imza atar.

Edebiyyât-ı Cedîde olarak da adlandırılan bu dönemde bilhassa Tevfik Fikret şiir ve güzel sanatların farklı şubeleri üzerine yoğunlaşıp eserler verirken Halit Ziya Uşaklıgil de roman sanatı çevresinde derinlikli düşünme biçimi gerçekleştirmiştir. Uşaklıgil, henüz Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar gibi Türk Edebiyatı’nda roman türünün kurgusuyla, vaka birimleriyle, zaman ve mekân unsurlarının şahıs kadrosundaki uyumuyla başarılı ilk örnekleri sayılan eserleri yazmadan önce, 14 Kasım 1887-21 Mart 1888 tarihleri arasında roman sanatı üzerine, poetik metin olarak adlandırabileceğimiz makaleler kaleme almıştır. Hizmet Gazetesinde yayımlanan bu metinlerde yazar, roman türünün Batı Edebiyatı’nda nasıl ortaya çıktığını ve ilk çağdan itibaren nasıl bir gelişim seyri izlediğini incelemeye çalışmış; “hakikiyun” adını verdiği realistler ile “hayaliyun” olarak adlandırdığı romantikleri mukayese ederek bu edebî oluşumların özelliklerine dikkat çekmiştir. Halit Ziya daha sonradan sözü edilen makaleleri, 1307/1891 tarihinde Hikâye adını verdiği 152 sayfalık kitapta bir araya getirmiştir.

Oğuz Atay 8 Nisan 1975 tarihli günlüğünde “Halit Ziya, insana ve onun ruhsal durumlarına eğilmek bakımından bana benziyor” diyerek kendi “tutunamayan” tipleriyle onun roman kahramanları arasında duygu ve davranış birlikteliği kurar. Çok büyük bir romancı olarak kabul ettiği Uşaklıgil’i, yönünü Batı’ya çeviren Türk insanının ruhsal durumunu, nasıl bir duyarlılık içinde olduğunu eserleri aracılığıyla gözler önüne serdiği için önemser. Daha da önemlisi “Halit Ziya’nın kahramanları ne kadar piyanoda Chopin çalsalar, Alexandre Dumas okusalar, redingot giyseler ve XIV Louis mobilyalarıyla evlerini döşeseler de bizim insanımızdır” der ve “100 yıl sonra biz kendimizi daha iyi tanımak için, Batı’ya yöneldiğimizi, bütün kurumlarımızla Batılı olmaya çalıştığımızı ileri sürdüğümüz bu sıralarda bu kahramanları daha iyi tanıma”mız gerektiğini söyler. Atay’ın kırk yılı aşkın bir süre önce Halit Ziya’nın özellikle yukarıda sözü edilen üç romanından hareketle yaptığı bu önermesi şimdilerde çok daha anlamlı görünmektedir. Sanal olanın sahici olan her şeyi dönüştürdüğü bir yüzyılda varlığıyla, kimliğiyle, bilinciyle, değerleriyle sıkışarak kendi içerisinde küçücük alanlara hapsolan modern insanın tutunacağı; kendine doğru bir yol bulacağı ve çoğalacağı bir dünya olarak belirir bu eserler. Bundan dolayı bile Halit Ziya Uşaklıgil’in eserleri her dem taze, her dem okunasıdır.. 

Arka Kapak dergisi 23. sayı