Röportaj: Azra Gülce

Osmanlı Haremi her zaman ilgi çekmiş ve üzerindeki sır perdesi hiçbir zaman kaldırılmamış bir konu. Birinci el kaynakları kullanarak titizlikle çalışmalar ortaya koyan Prof. Dr. Ali Akyıldız, son kitabı Haremin Padişahı/Valide Sultan ile Padişah’ın Evi’ni meçhuliyetten sıyırarak somut bir yapı olarak sunuyor. Kendisiyle Osmanlı tarihinin en esrarengiz konularının başında gelen Harem’i konuştuk.

Kitabınızın önsözünde Bakara Suresi’ndeki “Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandığınız; siz onların yaptıklarından sorulacak değilsiniz.” ayeti üzerinden bir tarih felsefesine kapı aralıyorsunuz. Meramınızı neden böyle uzun bir yoldan dile getiriyorsunuz?

Esasında ayet-i kerime ile başlamaktaki amacım, tam tersine, yolu kısaltmaktı. Bu âyette verilen ilâhî mesajla tam tersi bir tarih algısına sahip olan muhafazakâr camianın önce muhayyilesinde yaratıp sonra inandığı kusursuz bir altınçağa ve eleştirilemez bir dokunulmazlık alanına dönüştürdüğü tarih tasavvurunun sakıncalarına ve atalar kültüne saplanıp kalmış böyle bir tarih algısının topluma hiçbir yararının olamayacağı gerçeğine dikkat çekmek istedim bir tarihçi olarak. Bununla amacım tarihimizin kötülenmesi değil, aksine tarihî tecrübelerin ülke yöneticileriyle topluma yol gösterebilmesi ve bir laboratuvar işlevi görebilmesi için bugüne kadar yapılanın aksine, eleştirel bakışın devreye sokulmasıdır. Tarihimizin ve atalarımızın kusursuz olduğu inancı günümüz insanına belli bir özgüven sağlar, ancak, içeriği zayıf bir özgüvenin toplumun geleceği üzerinde uyuşturucu bir etki yapacağı da açıktır. Dolayısıyla geçmişe eleştirel ve rasyonel yaklaşılması, geleceğin daha sağlam temeller üzerinde şekillenmesini sağlayacaktır.

Muhafazakârların “atalar kültü”ne saplanıp kalması kadar, Harem’i tamamen oryantalistlerin gözlükleriyle okumak da “garip” değil mi?

Kesinlikle. Tarihçi, tarihi bir inanç veya inkâr alanı olarak görmez, geçmişte olanları anlamaya ve izah etmeye çalışır. Oryantalist metin ve yaklaşımların önemli bir kısmının peşin hükümler ve bakış açılarıyla konuya eğilmeleri aynı derecede yanıltıcı ve sakimdir (yanlıştır). Dolayısıyla bir önceki soruda dikkat çekilen tehlikeler bu yaklaşımlar için de geçerlidir; zira her iki anlayışta da daha araştırmanın başında birtakım kabuller devrede olduğu için ulaşılacak sonuç aşağı yukarı bellidir. Sonucu baştan belli olan bir araştırmada neticeyle uyum içerisindeki veriler ön plana çıkarılırken, onunla çelişenler de görmezden gelinir doğal olarak. Oysa tarihçiden beklenen, bir kanaate veya kabule sahip olarak araştırmaya başlaması değil, elde ettiği tarihî verileri eleştirel bir bakışla değerlendirip oluşturduğu düşünce ve kanaatlerini bilim ahlâkının yüklediği sorumlulukla kaleme almasıdır.

Peki, ev en mahrem yer iken; “padişahın evi”ni ne kadar ve nasıl bilebiliriz?

Padişahın hareminin mahrem ve dışarıya kapalı olduğu doğru. Adının içerdiği bütün kapalılığına rağmen, her alanı için olmasa bile, saray haremi ve harem hayatıyla ilgili çok ciddi bir arşiv malzemesinin olduğunu ifade etmemiz gerekir ki bu veriler “padişahın evi”ni önemli ölçüde bilinir kılıyor. En son çıkan Haremin Padişahı: Valide Sultan başlıklı kitabım incelendiğinde haremle ilgili birinci elden verilerin ne derece kapsamlı ve ayrıntılı olduğu görülecektir. Öte yandan bu eseri yazarken yabancı seyyahların bir kısmının haremle ilgili verdiği bazı bilgilerin doğru olduğunu müşahede ettim. Başka verilerle de mukayese ettiğimiz bu bilgileri haremde bulunup daha sonra evlendirilerek şehre çıkmış eski cariyelerden (saraylı) veya onlarla irtibatlı kişilerden almış olmaları muhtemeldir. Bunun için çok dikkatli kullanılmak ve diğer kaynaklarla sağlaması yapılmak kaydıyla, bu metinlerin kategorik olarak dışlanmaması gerektiğini düşünüyorum. Ancak, binlerce sayfalık Oryantalisttik bilgi yığını arasından bu tür bilgileri süzebilmek ciddi bir birikim gerektirir.

Çalışmanız Harem üzerine bir “sonsöz” olarak okunabilir mi?

Ne benim kitabımın ne de başka bir eserin böyle bir iddiası olabilir. Eğer öyle olsaydı, bizden önce yaşamış üstadların eserleriyle bazı konularda ‘son söz’ söylenmiş olurdu. Her nesil kendi tarihini yazar. Bizden sonra gelenler de bizim bırakacağımız miras üzerinden öncelikleri ve yeni bakış açılarıyla kendi tarihlerini yazacaklardır. Dolayısıyla bir sonsöz değildir. Bununla birlikte Haremin Padişahı başlıklı kitabımın, haremi ve valide sultanlığı Osmanlı tarihi bütünlüğü içerisinde birinci elden kaynaklara dayalı olarak ele alan ilk çalışma olduğu söylenebilir. Öte yandan bu kitap, Osmanlı tarihinin yeniçağ ve yakınçağ olarak değil, bir bütün olarak incelenmesi gerektiğini bana öğretmesi açısından da önemlidir. Bu konudaki düşüncemi bir örnek üzerinden somutlaştırabilirim. 19. yüzyıl haremini ve kaynaklarını inceleyen bir yakınçağ tarihçisi, haremde valide sultandan sonraki en yetkili kişinin hazinedar usta olduğu tespitini yapacaktır ki, el-hak doğrudur. Nitekim Çağatay Uluçay’ın eserlerini incelerseniz bunun böyle değerlendirildiğini görürsünüz. Ancak, sürece bakıldığında önceki yüzyıllarda haremdeki en üst görevlinin kethüda/kâhya kadın olduğu, hazinedar ustanın II. Mahmud döneminden itibaren önem kazanarak Sultan Abdülmecid döneminde kethüda kadının yerini aldığı görülür. Bu örneğin de ortaya koyduğu gibi, bu tür müesseselerde sürecin izlenmesi, değişim, dönüşüm ve kırılmaların tespiti ve anlaşılması açısından elzemdir.

Geçmişin günümüzde bu kadar çok gündemde ve güncel olmasını neye bağlıyorsunuz?

Son 200 yılın en temel meselesi olan modernleşme problemi etrafındaki tartışmalar çerçevesinde şekillenen toplumsal yapı ve dinamikler günümüzde tüm canlılığıyla varlığını hissettirdiği ve hâlihazırdaki siyasÎ hesaplaşmalar tarih üzerinden yapıldığı için tarih güncelliğini koruyor. Bu yapılırken tarihte nelerin, hangi şartlarda vuku bulduğuyla kimsenin ilgilendiği yok. Yani, tarihî bilgi ve analizlerin değil, tarihî kabullerin önemsendiği ve soğukkanlı yaklaşımların bu bağlamda anlamını yitirdiği görülüyor. Tarafların kendi tarih algıları, inançları ve kabulleri üzerinden konuştukları ve kendi tarih tasavvurlarıyla ilgili dokunulmaz alanlar yarattıkları bu tarih ilgisini “marazi” ve son derece sağlıksız buluyorum. Bu yaklaşımlar, tarihin soğukkanlı bir düzlemde tartışılması bağlamında tarihçiye bir imkân sunmadığı gibi, işini daha da zorlaştırmaktadır. Öte yandan tarih konulu güncel tartışmalarda kimse kendi kutsalının tartışılmasına tahammül etmediği için bu tarih ilgisi toplumun geleceğine rasyonel bir katkı sunamıyor.

Türkiye’de tarih ring sahası, tarihçi de boksör gibi… Neden böyle?

Böyle mi olduğunu düşünüyorsunuz gerçekten? Ring-boksör benzetmenizi şöyle anlıyorum: Bir ringin içerisine doluşmuş ehliyetli-ehliyetsiz bir kalabalığa sesini duyurmaya çalışırken nereden geldiği belli olmayan darbelerle sürekli tartaklanan bir boksör gibidir, tarihçi. Tarihçi derken yukarıda açıklanan toplumsal tarafların sözcülerini değil, işini soğukkanlılıkla yapmaya ve tarihî hadiseleri anlayıp izah etmeye çalışan yöntem sahibi bilim adamlarını kastediyorum. Öte yandan toplumda tarihçi olabilmek için hiçbir donanım gerekmediği şeklinde bir anlayışın bulunması ve okur-yazar tarih meraklılarının kendilerini tarihçi zannetmesi, tarihin en büyük talihsizliğidir, herhalde. Tarihî kaynaklara ulaşma, anlama ve yorumlama imkân ve araçlarından yoksun oldukları halde, toplumdaki “tarih açlığı”nı görüp kurnazca tatmin eden ve kitlenin duymak istediklerini söyleyen “araştırmacı-yazarlar”ın müthiş bir algı ve bilgi kirliliği yarattığı ve bu durumun sorunu daha da içinden çıkılmaz bir hâle soktuğu ifade edilebilir. 

Arka Kapak dergisi 29. sayı