İbrahim Tüzer

Hep saklar içinde kendi düşünü insan

İnsanın, sonsuzluk ile sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezi olduğunu söyler Soren Kierkegaard Ölümcül Hastalık Umutsuzluk adlı kitabında. Sonlu olanın içerisinde mutluluk arandığında umutsuzluğa düşüleceğinin de altını çizer. Peki insan nasıl elde edecektir umudu? Cevap, yine Kierkegaard’ın önermesinde saklı aslında: Umutsuz olarak. Acı çekerek. Sonu olan madde dünyasında yaşadıklarıyla yüzleşerek. Kendi olma cesaretini göstererek. Sonlu olan varlığını hatırda tutup sonsuz olanın sınırlarını yoklayarak. Umutsuzlukla sarsılan bir benin sahibi olarak. Yeni ve diri bir bilince ulaşarak. Mahiyeti ve yapabilecekleri hakkında farkındalık düzeyine ulaşarak. Evvela umutsuz olmayı göze alıp sonrasında ölümcül bir hastalık olan umutsuzluktan kurtularak…

Her ne şekilde olursa olsun ben’in kendini bulma yolculuğuna çıkacak olan bu yüzleşme eylemi, hayal etmeyi ve düş kurabilmeyi de gerektirir. Sonsuzluğun sınırını düş gücüyle yoklayanların başında ise şairler gelir. Onlar sonlu olanda yaşanılanları duyup hissedebilmek için olabildiğince diri bir tavır geliştirir ve buradan engin bir düş deryasına açılırlar. Turgut Uyar (1927 – 1985) da böyledir. 1959 yılında yayımlanan Dünyanın En Güzel Arabistanı’nda (Büyük Saat – Bütün Şiirleri, YKY, 2011) “Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta / Her şey naylondandı o kadar” derken umutsuzluktan doğan umudu işaret eder ve belki de Türk edebiyatındaki en güzel imgelerden biri olan “geyikli gece”nin düşünü görür.

Uğruna mücadele edilen, fedakârlıkta bulunulan kıymetlerin anlamı kavrandıkça ne için gayret ettiği, emeğini neye harcadığı hususunda da bilinçlenir insan. Esas olan, umutsuzluktan doğsa bile umuda yol bulan dayanaklarının olmasıdır. Sağlam biçimde temellendirildiğinde bu dayanaklar, görülen düşlerin, koyulan hedeflerin, ulaşmaya niyet edilen menzillerin ufukta belirmesine imkân hazırlar. Turgut Uyar da içerisine doğduğu ortamdan kaynaklanan umutsuzluklar ile şiiri üzerinden yeni düşler kurar. Özellikle İkinci Yeni Şiiri’nin ortaya çıktığı dönemdeki bireyin kuşatılmışlığı onun umutsuzluğunu arttırırken insanın da çıkmaza girmesine sebep olur. Çok partili hayata geçişin kısmı olarak insanlara vermiş olduğu serbestlikle, Türkiye’nin yavaş yavaş küreselleşen kapitalizmin ağına takılmaya başladığı; köylerden şehirlere göç ederek kentlileşen/modernleşen(!) insanların meydana geldiği bir dönemdir/çıkmazdır bu. Ancak bu çıkmaz, Uyar için umudun başlangıcıdır. İnsanın çıkmaza girmesi şiirin çıkmaza girmesi demektir onun için. Bundan dolayı, Çıkmazın Güzelliği’ni kendi düşüne yol bulabildiği için önemser.

Kent’ten “Geyikli Geceye” kaçış

Turgut Uyar, 1949 yılında yayımlanan Arz-ı Hal adlı ilk şiir kitabından itibaren kenti bir yaşam alanı olarak kabul eden insanın yaşanmışlığını, zedelenmişliğini, mecbur bırakılmışlığını, insani tarafının geri plana itilerek modern tüketimin öznesi hâline getirilişini işaret etmeye çalışır. Umutsuzluğunun ölümcül bir hastalıktan kurtulup umuda evrilmesine imkân veren bu metinler, kent-yabancılaşma merkezli okunduğunda “Geyikli Gece”nin düş yurdu daha net anlaşılır. “Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan / Hepimizi vakitten kurtaracak” olan “geyikli gece”, “asfalt” sözcüğünün imlediği kent ve yabancılaşmaya dair olumsuz tüm çağrışımlara inat “Yeşil ve yabanî uzak ormanlarda / Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü / Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı” ile ağaçların arasından ışıldar.

Uyar, ilk metinlerinden “Şehitler” adlı şiirinde köyden, kentten, sahilden, hapishaneden bir araya getirdiği “çocuk”ları aynı ülkü değer etrafında savaşa gönderir ve vatan için can verdirir. Fakat bu çocukların her birinin yaşadıkları mekânlardan dolayı farklı özellikleri vardır:

Sen,

Adını bilmediğim bir köyde doğmuşsun..

Kucak kucağa büyümüşsün toprakla,

Yorulmuşsun, sevmişsin

Harman yapmışsın,

Çocuk yapmışsın,

-Topraktan korkum yok ki zaten-

Diyebilmişsin ölürken…

Sen,

Bir şehir çocuğuymuşsun,

Dev makinaların gıdası olmuş kanın.

Büyüyememişsin

Sevememişsin.

Son merdane hücumunda manganın,

Şehit olmuşsun…

(…)

Sen şehir çocuğu,

Sen orospu çocuğu, hepiniz,

Toprağın nemli bekâretindesiniz.

Kitaplarda, türkülerdesiniz.

Hatıralarınız ıssız kasabalarda kaybolmuş,

Kiminin kızı hizmetçi,

Kiminizin karısı metres tutulmuş,

Dünya nimetlerinden kırıntılar dişlerinizde..

Çağrışımlarıyla masumiyeti, saflığı ve günahsız olmayı imleyen “çocuk”, “şehir” ve “köy” dolayısıyla şair tarafından birçok anlam alanlarına meydan verecek biçimde kullanılır. “Köy”ün, “toprak”la ve “kucak kucağa”/“sarmaş dolaş” olma haliyle ele alınmasına karşın “şehrin”, “dev makinalar”, “gıda”, “kan”, “büyüyememe”, “sevememe” ve son olarak “hücum” sözcükleriyle ifadelendirilmesi, kent merkezli yabancılaşmayı örneklemesi bakımından dikkat çeker. “Geyikli Gece” şiirinde de “Ama geyikli geceyi bulmadan önce / Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.” diyen Uyar, bu masumiyeti “geyik” ve “gece” imgesiyle örtüştürerek bunların karşısına “neonlar”, “teoriler”, “kaldırımlar”, “oteller”, “domino taşları”, “borçlar”, “kefiller”, “bonolar” ve “ikramiyeler”le dolu bir dünya çıkarır. İşte burası şairin neden “Geyikli geceyi hep bilmelisiniz” dediği, umutsuzluğun umuda dönüştüğü ve düşsel bir mekâna açıldığı kaçış yeridir.

Uyar, etkili bir biçimde kullandığı tahkiyeli üslûbuyla, küçük, sınırlı ve ilişkilerin daha derinden yaşandığı kasabalardan kente gelen insanların yalnız, sinik ve yabancılaşarak sıradanlaşan yaşamlarına da yer verir. “Sular Karardığında Yekta’nın Mezmurudur” adlı şiirinde,

“Akçaburgaz bir küçük kentti

Küçük evleri olan bir kentti

Yalnızdım inceydim kendi kendimeydim

Kalktım bu büyük kente geldim

(…)

Yalnızlığım sığmadı kente

Çünkü dağlara alışıktı bana alışıktı

Birden evlere sokaklara çarptı

Büzüldü çirkinleşti kıvrıldı

Çünkü kentlerin yalnızlığı korkaktır

Akçaburgaz’da mutluydum onunla

Hoşnuttum ondan”

diyen Akçaburgazlı Yekta, kentteki uyumsuzluğuyla dikkat çeker. Aynı “Malatyalı Abdo İçin Bir Konuşma” şiirinin kahramanı “Malatyalı Abdo” gibi, o da kalbiyle aklı arasına giren modern kentlerin karnavallaşan, “üst üste” yapısı karşısında tutunamaz. Topraktan kopmuş olmanın verdiği şaşkınlıkla, birbirinin aynısı olan insanları, nesneleri, yapıları algılamaya çalışırken şunları söyler:

“bu şehri nasıl yapmışlar böyle üst üste, ne gökyüzü komuşlar ne günaydın, ne buldularsa getirmişler dağların ovaların dışında, hele o sabahların akşamların bungunluğu…”

Hüznün kentleri ve “muşamba dekor”

Kentin içerisinde kendi sesini ve kimliğini kaybederek herkes gibi yaşayan insanın en temel sıkıntısı, bu yabancılaşmadan doğan huzursuzluktur. Neyi kaybettiğini hatırlamadan yaşayıp giden insanın bu durumu, en çok da şairlerin yaratıcı muhayyilelerine çarpar. Hissettirilmeye gayret edilenlerin tesiri ise tarif ve tanımlamanın ötesine geçip bireysel yaşanmışlıklarla ben’in söylediği haline geldiğinde huzursuzluk muhataplarında derin karşılık bulur. Tıpkı bu dünyalık yerden geçişleri Turgut Uyar’la aynı zaman diliminde kesişen Necip Fazıl’ın Çile’si gibi.

Kent’in içerisinde yer alanlara karşı “Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta / Her şey naylondandı o kadar” deyiveren Uyar’ın yanına “Bu nasıl bir dünyâ, hikâyesi zor; / Mekânı bir satıh, zamânı vehim. /Bütün bir kâinat muşamba dekor, / Bütün bir insanlık yalana teslim.” diyen Fazıl’ın söyleyişi yerleşir. Her iki şairin de dünyada/kentte/modern zamanlarda mış gibiyapılarak sunulanları “naylon” ve “muşamba” sözcükleri ile karşılıyor olması anlamlıdır. Yapaylığı, sahteliği, sanallığı, öz’den yoksun bırakılarak hakikatmiş gibi dayatılanları imleyen bu söyleyiş, her iki metnin de bütünlüğü göz önünde bulundurulduğunda derin anlamlarla karşılık bulur.

Uyar’ın şiirlerinden bize ulaşan önemli bir diğer husus da bu huzursuzluğun vurgulanmasıdır. Şair, “Kanadı Menekşeli İyi Uzun Balkon” şiirinde yer alan “O bütün huzursuzluğumuz olan şehir boşaltıyor ayak sesi demirlerini yorgun yüreklerimize” dizesiyle işaret etmeye çalıştığımız esası dile getirir. Fakat belirginleştirilen bu durum karşısında, sanayileşmeyle birlikte birer tüketim merkezleri haline gelen kentteki küçük insanın yapabileceği hiçbir şey yoktur. Zaman zaman ben ne yapıyorum? sorusu akla gelse bile içerisinde bulunduğu kent ve tatmin edilmesi gereken hazlar, onu kendi anaforuna çeker ve modern insan hiçbir zaman tamam olamaz.

Turgut Uyar, kentli insanın bu yarım kalmışlığını okuruna “hüzün” sözcüğünün çağrışım alanlarıyla hissettirmeye gayret eder. “Kıştan Kalan Soğukluk” şiirinde “kanın ateşin ve seslerin böyle cömertçe kullanıldığı / böyle sorumsuzca kullanıldığı bir dönemde / herkesin şimdilik hakkı vardır hüzünlenmeye” derken “Yaralı Olduğunu Sanan Birisinin Hüznüne Gazel” adlı şiirinde de şöyle işaret eder:

(…)

ve onun hüznü vardı

Her şey atılıyordu. Bitmiş sigaralar. otobüs biletleri. kullanılmış pamuklar muayyen zamanlarda. tarifeler. yaz gümrükleri. gazocağı iğneleri. kötü çıkmış resimler. bir yatma. bir evin oniki yıllık badanası. bir tarih kitabı. kazanılmış bir savaş ve sonucu. bir anlamsızlık. ölü bir çocuk ve pabucu. kibritler. sinemalar. Ve.”

onun hüznü vardı

(…)

“Kanın”, “ateşin” ve de “seslerin”/ “sözlerin” içinin boşaltıldığı; insanın kullan at anlayışıyla sanal mutluluklar peşinde olduğu modern kentlerde geçerli ve itibar edilen tek değer, insanların madde itibariyle kapladıkları yer, diğer bir ifadeyle, gölgelerinin büyüklüğüdür. İçsel bir derinlikten ziyade nesnelerinin genişliğini önemseyen kent insanını bekleyen en büyük tehlike, kendi gölgesi tarafından ele geçirilmektir. Kent’teki tüm sistem bunun üzerine kurulur. Ten ve Taş adlı kitabında insanın mekâna ve kente sinen ruhu üzerine detaylı çıkarımlarda bulunan Richard Sennett, “şehir bir iktidar yeri hizmeti görmektedir” der. Bu iktidar, insanların öznel taraflarını ve hayallerini örselemeye başladığında düşünen ve hisseden birey için devreye hüzün girer. Diğer bir ifadeyle, bunu fark etmek aynı zamanda bir hüznün de sahibi olmak demektir. Hüzün ve kent yan yana geldiğinde ise Turgut Uyar, umutsuzluğun içerisindeki umuda yönelir ve bu diri tavırla düş ülkesinde yeniden var olur.

Tıpkı “Geyikli Gece”de “Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı” diyerek “Glâdyatörlerden ve dişlilerden” Geyikli geceyi kurtar”ması gibi… 

“Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta

Her şey naylondandı o kadar”