İbrahim Tüzer

“..ah şu yalnızlık

kemik gibi

ne yanına dönsen batar”

Cahit Zarifoğlu – Menziller

Hissedebilen Bir Kalp! Mümkün mü?

İnsanoğlunun nasıl bir dünyada yaşıyor olduğunu fark etmesi, hayatının gidişine yön verebilmesi için en evvel aşılması gereken çetin bir yol olarak karşısında durur. Nefes alıp vermek, temel ihtiyaçları karşılamak ve diğer insanlarla bir arada yaşıyor olmak bir insan için aslında “yaşamak” anlamına gelmez. İlahi buyruklardan kadim öğretilere; temel felsefi doktrinlerden bireysel aydınlanmaya yönelik farkındalık oluşturmaya gayret gösteren tüm disiplinlerde esas olarak işaret edilen aslında insanın kendi biricikliğini ve yaşadığı dünyanın sahiciliğini fark etmesidir. Çünkü insan, bunu başarabildikçe “insan” olabilmekte; dahası bu farkındalık sınırının içerisinde oldukça da “insan” kalabilmekte ve hissedebilen bir kalbin sahibi olmaktadır.

Çepeçevre kuşatılarak içerisinde var olmaya çabaladığı dünya, eğer insan kendisi olmaya yönelik bir gayret içerisinde değilse; diğer bir ifadeyle kendi renkleri, acısı, trajedisi, zedelenmişliği, bırakılmışlığı ve yalnızlığı ile öznel bir hayatın sahibi olamıyorsa, diğerleri gibi sıradanlaşmış bir hayatın mahkûmu olarak onu da “yaşayıp giden”lerin arasına katar. Bu ise dünya üzerinde maddi taraflarıyla var olan insanın aslında “yok hükmünde” olması demektir. Çünkü insanın nasıl bir dünyada yaşıyor olduğunu fark etmesi ve dünya üzerinden geçerken “yaşadım” diyebilmesi, ruhun nefes alabileceği alanlarda var olmasına bağlıdır.

Hissedebilen bir kalbin var olduğu bu alanlardan biri, belki de içeriden kuşatılıp sahici taraflarıyla anlaşıldığında en önemlisi, bu dünya üzerinden gelip geçerken insanın çektiği acılardır. Bu acılar duyumsanıp fark edildiği oranda bireyselleşme başlar ve aydınlanmanın en evvel şartı olarak insanın kendiliğiyle yüzleşmesi gerçekleşir. Böylelikle acısını hisseden, fark eden, duyan, anlamlandıran ve bunlar üzerine düşünme biçimi geliştiren insan en nihayetinde “yaşamak” eylemini de gerçekleştirebilmiş olur.

Cahit Zarifoğlu 1979 tarihinde tutmaya başladığı günlüklerinin ilk notuna “ne çok acı var” diye başlamış. “Yaşamak” adını verdiği günlüklerinin, okuru bu notla karşılıyor olması tesadüfî değildir. Yukarıda kısaca işaret ettiğimiz hayatı fark ederek yaşama ve hissedebilen bir kalp sahibi olabilme durumunu esaslı bir varlık algısı olarak kabul eden insanların başında sanatkârlar gelir. Bilhassa şairler bu sınır durumu, çekilen acıların duyumsanmasıyla bireysel varoluşun gerçekleşmesine yönelik bir bilinç hâli olarak kabul eder. Nitekim Zarifoğlu’nda da bireysel acıların halka halka çoğalarak tüm insanlığa, tüm evrene yayılması ve sonunda “yalnızlık” duygusuyla “ne çok acı var” hâline gelmesi de böyle gerçekleşir.

Acıyla Duyumsanan Yalnızlık

David Le Breton, Acının Antropolojisi adlı kitabında acının türleri olduğuna dikkat çeker. Fiziki acılardan, deneyimlenen, ifade edilemeyen acılardan ve hastalıklı bir hâli yaşadıktan sonra insanın etrafından kendini nasıl soyutladığından söz eder. Bunun yanı sıra özellikle işaret etmeye çalıştığımız duyumsanan acıya da değinir. Duyumsanan acının en önemli niteliğini Breton, “insanı kendisinden koparması ve sınırlarıyla yüz yüze getirmesi anlamında kutsal bir yara” olarak kabul eder. Bu yara, denetim altında tutulduğunda ya da aşıldığı takdirde insanın bakışını genişletmekte, yaşamın bedelini, geçip gitmekte olan anın tadının çıkarılması gerektiğini hatırlatmakta ve insanı esasa götüren bir “memonto mori” olmaktadır.

“Memonto mori” kavramını “fani olduğunu hatırla” şeklinde Türkçeleştirirsek insanın acısıyla nasıl bir dünyada yaşadığını fark etmesinde önemli bir kazanım elde ettiğini de anlamış oluruz. Acı çekebileceğini kabul eden insan, çekmiş olduğu acıyla kendi arasındaki o boşlukları doldurarak fani olduğunu da hatırlamış olur.

Bireyin nasıl bir acıyla karşı karşıya kaldığını fark ettikten sonra karşımıza çıkan bir kavram daha vardır: “Yalnızlık”. Çünkü insan, acısının niteliği üzerine düşünmeye başlayınca “topluluk” adı verilen diğerlerinden ayrılmaya başlar. Bunun esas sebebi ise beğenisi, düşüncesi, fark edişi, arzuları sıradanlaşmış olan topluluğun aynı zamanda, Ortega Gasset’in belirttiği gibi, “koskoca bir ruhsuzluk” ile iç içe olmasıdır. Breton’un ifadeleri ile söylersek “acı çekmek, mesafeyi yok etmek ve bir kader birliği yapmak için yeterli değildir. Çünkü acı insanı yalnızlaştırır ve özelleşmiş kişiliğinin sınırları içinde tutar. Acı çeken insanın çığlıklarına kimi zaman yakınları bile dayanamaz. Bu çığlıklar toplumsal bağı gevşetir; acı çeken insanın terk edilmesine izin vardır artık. Kolektif dünyanın dışına atılabilir bu insan.” Dolayısıyla insan, nasıl bir dünyada yaşadığını fark ettikten, acısıyla karşılaşıp yüzleştikten ve hissedebilen bir kalbin sahibi olduktan sonra mensubu olduğu topluluk içerisinde yer alamamakta ya da yer almak istememektedir.

Cahit Zarifoğlu ve Kardeşliğin Ölçüsü: Acıyı Paylaşmak

Zarifoğlu’nun acısına, kelimenin birinci manasıyla da yaklaşmak mümkündür. Henüz çok gençken daha sonradan kanser olduğu anlaşılan bir hastalıkla boğuşuyor olması ve buna bağlı olarak nükseden başka rahatsızlıkların meydana gelmesi “acı”nın fiziksel bir yıkım olarak da şairin hayatının bütününe egemen olduğunu gösterir. Ancak şair için söz konusu olan, acının daha çok ikinci ve çoğul anlam alanıyla ilgili kullanımıdır. Çünkü Zarifoğlu şiirinde duyumsanan bir yaşanmışlık olarak söz konusu edilen acı, şair muhayyilesiyle yeni anlam alanlarıyla ortaya çıkar.

Belki de Zarifoğlu, çok sevdiği Rilke’nin Duino Ağıtları’nın birincisinde söylemiş olduğu bir duygu değeri üzerinden ilerlemeye çalışmıştır. “Ne melekler ne insanlar; kurnaz hayvanlar bile farkındadır ki” der Rilke şiirinin hemen başında, “pek rahat değiliz bu yorumlanan dünyada biz.” Yani tasarlanmış olarak karşımızda bulunan dünya, tam olarak kendi dünyamızda olduğumuz düşüncesini bize hissettirmez. O zaman kendi dünyamız neresidir? Kendi dünyamız, “ben neyim?” sorusu sorulduktan sonra inşa edilen dünyadır. İşte burası şahsi bir dünyadır. Burası Zarifoğlu’nun muhayyilesinden hareketle biricik ve esaslı bir biçimde inşa edilen bir dünyadır. Burada sözcükler, birçok açıdan çoğul anlam değerleriyle değiştirilir ve dönüştürülür. Böylelikle hissedebilen kalbin sorgulamaları, acıları edebî metin üzerinden kendini açığa çıkarır.

Bu tavır, Zarifoğlu’nun 1967 yılında yayımlanan İşaret Çocukları’ndan başlayarak dönem dönem yayımlanan diğer şiir kitaplarında da karşımıza çıkar. Özellikle “Çölde Gizli Bezginler” adlı şiirinde “Ne kazandık yaşamımızdan?” diye sorar Zarifoğlu ve şöyle ilave eder:

yollar sellere gider. Açılır parklar artık kuşlar dağılır

bir aşkı gözyaşlarıyla bulvara çağırmak hiç keseye mi kalır

çizildi yalnızlar. Senin gelişin ne de süvari köprünün diplerinde

geçer üstümüzden yağmur alan donanmalar. Kürek sesleriyle

bu bizim sesimiz denizlere ateş gibi eller açılır ortasından

su konuşmaz toplanmaz kuşlar. Ne kazandık yaşamamızdan

biz harcandık anam hem kelimesiz kapandık

sevgi ektik. Sonsuz seçtik. Beğendik. Ama toprağı kazandık

sevinçle kaçın kurtulun ölümlerinizle. Yalnızlıkla ben kaldım

sevindiniz işte alın koşturun. Aha size son atım

“Bulvar”, “kese”, “donanma” gibi kelimelerinin açtığı anlam alanlarıyla işaret edilen yalnızlık “kuş”, “aşk”, “gözyaşı”, “toprak” gibi imajinatif değeri yüksek söyleyişlerle giderilmeye çalışılmaktadır. Modern dünyanın bireyi toplumsallaştırmaya yönelik her bir baskı unsuru, özellikle “toprağı kazandık” ifadesiyle beraber düşünüldüğünde sahici olan bir alanda yeniden kendini inşa etmekle ortaya çıkan duruma işaret eder. Toprağın o mümbit olan derin ve el değmemiş tarafıyla tekrar var olmak anlamına gelir.

Yine İşaret Çocukları’nda “Aylak Göz” adlı şiir, yalnızlık düşüncesinden diri bir tavırla kurtulmak isteyen bireyin tavrına örnek olarak okuyabileceğimiz anlam alanlarından oluşur. Şiirin başlığındaki “aylaklık”, kelimenin birinci manasıyla okunduğunda olumsuzlanan bir durumu ifade etmez. Lars Fr. H. Svendsen, Sıkıntı’nın Felsefesi adlı kitabında aylaklığın, sıkılmanın düşünmeyle bağlantılı olduğuna ve bu durumun dünyanın gidişatına yönelik soru sorabilenlere ait bir tavır olduğuna vurgu yapar. Yani bu sıkıntı, bir aylaklığa yol açıyorsa bu dünyanın gidişiyle ilgili soru soranlara mahsus bir tavırdır:

Bu adam kitapların uçlarına

Çizilmiş itilmiş resim

Korkmadan yaşar tebessüm gösterir

Ağır başıyla nöbet alır

Dağdan kaçar şehri çevirir

Ve bırakır gönlünü bir tazı sıçramasına

Erkenden aşındırır aşkını

Anlamaz bir kadının

Süresiz kapılıp yangeldiği tablolara

Severek tebessüm attığını

Ağır başıyla kopar dağdan

Nöbet alır şehri devirir

“Dağ” ve “kaçış” kelimesi Zarifoğlu’nun şiirinde genelde yan yana kullanılır. Şehir çevrilirken güç alınan yer tabiatın, dağın yani sahiciliğin alanıdır. Bu yalnızlık beraberinde iç dinamizmini de diri duran tavrını da beraberinde getirir. Dikkat çekmeye çalışılan bakış açısı Yedi Güzel Adam’da da karşımıza çıkar. Özellikle “Beyaz Haberlerim Var Kardeşlerim” nidasıyla şiirinin tonunu yükselten şair, haberlerini yalnızlıkla diri durulan bir alandan muhatabına duyurur:

Ve ellerin uçuşan yapraklar gibi

Birden

Nasıl yalnız olduğumuzu anladım

Kimseler yoktu ikimizden başka birbirine bakan.

Yalnızlık ve acı söz konusu olduğunda Cahit Zarifoğlu’nun en çok bilinen dizeleri “Çağın Küçük Bulanığı” adını taşıyan metninde yer alır: “…ah şu yalnızlık / kemik gibi / ne yanına dönsen batar” diyen şairin bu söyleyişi, duyumsanan, yüzleşme cesaretiyle karşılanan acıyla birlikte değerlendirildiğinde, muhatabının zihninde çok farklı çağrışımlarla yeni anlamlar kazanır. Bireysel olanın en sahici boyutuyla şiirine yansıtmaya çalıştığı acı ve yalnızlık temasını Zarifoğlu, 1985 yılında yayımlanan Korku ve Yakarış adını verdiği şiir kitabıyla toplumsal bir boyuta taşır. Artık acı da yalnızlık da Hama’dan Afganistan’a uzanan bir coğrafyada dile getirilen evrensel bir boyut kazanır. Fakat burada dikkat çeken husus, toplumsal bir meselede yaşanan acılar işaret edilirken de bireysel söyleyişin terk edilmemiş olmasıdır. Bunun sebebi ise şairin “Kardeşim dedim/Acılarıma da kardeş olur musun?” biçiminde yükselen bir ses ile tecrübe edilmiş, yaşanmış, duyumsanmış acılarına diğer acıları eş tutmasıdır.

İnsanların kardeş olabilmelerinin bir yolu da Zarifoğlu’nun dile getirdiği gibi acılara ortak olabilmektir. Şair muhayyilesi ve duyarlılığıyla duyumsanan acıdan hareketle Zarifoğlu’nun bu kardeşlik çağrısının karşılık bulması ise her şeyden evvel muhatabının kendi acılarıyla yüzleşebilmesine bağlıdır. Bu ise ancak hissedebilen bir kalp ile mümkündür.

Arka Kapak dergisi 19. sayı