A.Ali Ural

“İnsan deyince duracaksın,” cümlesini çocukluğum boyunca o kadar çok duydum ki babamdan, insanın bilinmezliğine ve tekinsizliğine dair bir sezgi miras kaldı bana. Sahi “durmak” ne anlama geliyordu bu cümlede. Bir trafik işareti miydi insan, görünce durulacak? Ne kadar durulacaktı ve bu süre içinde yapılması gereken neydi? Yeniden hareket edebilmesi neye bağlıydı? Durduğu zemin parlak bir yüzeyse, yani kendisi çıkmışsa insanın karşısına, aynadan kopabilmek için hangi bilgiye ihtiyaç vardı? Ya ayrılamazsa! Bir aynanın önünde yaşlanmak fikrini dehşet verici bulabilirsiniz. Bir aynanın önünde gençleşmek de öyledir belki.

“Dehşet! Dehşet!” diyordu dünyayı terk ederken Kurtz. Yani karanlığın insan suretindeki hâli. Fildişinden ay ve yıldızlarla dolu bir karanlığın. İnsan olmak ona göre fildişi gibi beyaz olmaktı. Siyah derili yaratıkların beyaz tanrısı olarak fildişi istemekti onlardan. “Altı zenci, bir sıra hâlinde patikadan yukarı doğru tırmanıyorlardı. Kafalarının üstünde taşıdıkları toprak dolu sepetleri düşürmemek için, ağır ağır ve dimdik bir şekilde ilerliyorlardı. Her adım atışlarında zincir sesi duyuluyordu…”1

Jules Verne aya, denizlerin altına ve yerkürenin derinliklerine seyahat etti, Joseph Conrad,2 içine ışık sızdırmayan insan kalplerine. İnsan dediğimizde beyaz insanı anlıyorsunuz değil mi! Anlamıyorsanız Rudyard Kipling’in şiirine kulak vermelisiniz:

“Bu yol Beyaz Adamların aştıkları yol/Bir diyarı arıtmaya giderken arşınladıkları yol/Yer demir gökte asmalar/İki yanda iki yar./Rehber tutup seçilmiş yıldızımızı/
Adımladık bu yolu, bu ıslak fırtınalı yolu./Ey Dünya, ne mutlu sana,/Beyaz adamlar omuz omuza/Yollarını arşınladıklarında!”3

Kongo’yu zenginliklerinden arındırmaya gitmişti şüphesiz Kurtz. Avrupa şirketlerinden biri görevlendirmişti onu bu iş için ve doğrusu hakkını vermişti kendisine duyulan güvenin. İnsan olarak yeterince fildişi toplayamayacağını görünce alevler yağdıran bir Yunan tanrısı olmakta tereddüt etmemiş, “onlara gök gürültüsü ve şimşekle gelmişti. Bu vahşiler, onun gibi müthiş bir şey görmemişlerdi,”4 doğrusu. Annesi İngiliz, babası Fransız olan bu tanrının şimşekleri yerlilerin ilk defa gördükleri tüfeğinden çıkıyordu. Tıpkı ateş eden Robinson Crusoe’yu gören Cuma gibiydi hâlleri. Nasıl da ballandırıyordu Defoe bu ânı Robinson’un ağzından: “Ona izin verseydim bana ve tüfeğime tapardı sanırım. Tüfeğe gelince, üstünden birkaç gün geçinceye dek ona elini süremedi, ama yalnız başına kaldığında sanki kendisine yanıt veriyormuşçasına onunla konuşup durdu; sonradan öğrendiğime göre, ondan kendisini öldürmemesini diliyormuş.”5

Kurtz kendisine tapılmasına izin vermiş, hatta bizzat bunu sağlamak için öldürdüğü yerlilerin kafalarıyla süslemişti evinin etrafındaki çiti. Marlow dürbünle baktığında direklerin ucundaki şekilleri süs tokmakları sanmış, insan kafaları olduğunu fark edince dehşete düşmüştü. “İşte orada, kapkara, kurumuş sarkmış, kapalı gözleriyle duruyordu…”6 Fakat Marlow bu manzaraya gözlerini kapayamıyor “Kurtz’un yaratılışında bütün Avrupa’nın payı vardı,”7 itirafıyla ruhundaki sisi dağıtmaya çalışıyordu. Kurtz’a gelince varlığını borçlu olduğu Avrupa’ya minnetini “Milletlerarası Vahşileri Medenileştirme Cemiyeti”ne sunacağı bir raporla ödedi.

On yedi sayfalık raporu okuyan Marlow, yazının dilinden etkilense de şunları düşünmekten kendini alamıyordu: “Kurtz, beyazların eriştikleri evrim seviyesinden dolayı,8 bu ilkel insanlar için tanrı sayılmasının gerekliliğini, onlara kul muamelesi yapmalarını ve bu gibi şeyleri savunuyordu. Beyazlar, sadece iradelerini kullanarak ideallerini gerçekleştirmek için güç kullanabilirlerdi… Nihayet son sayfada titrek bir elin karaladığı, bir metodun açıklanması olarak düşünülebilecek bir dipnot gördüm. Bu dipnot çok açıktı. İçinde diğergâm duyguları tutuşturan bu hitabın sonunda, sakin bir gökyüzündeki ani bir şimşek gibi ışık saçan korkunç bir ifade vardı. ‘Bütün vahşileri yok ediniz!’”9
Marlow, Kurtz’a “idealleri olan bir insan” olarak gizli bir hayranlık duysa da Avrupa’ya döndüğünde raporu teslim etmeden önce bu dipnotu ya da bu utancı yırtarak yok etmek zorunda hissetmişti kendini.

Marlow mu kim? Karanlığın vicdanı. Hastalığından dolayı istihdam tarihi biten Kurtz’u Kongo’dan getirmekle görevlendirilen adam. Bir tanrı asla hastalanmazdı, yaşlanmasına bile izin verilemezdi onun. Nitekim on dokuzuncu yüzyılda İngiltere ve sömürgelerinde yöneticileri elli beşine varır varmaz emekli etmek genel bir uygulama hâline gelmişti. Bu ise şarkiyatçılıkta “incelikli bir düzey”olarak tanımlanıyor; “hiçbir Şarklının bir Batılıyı yaşlanıp bozulmuş hâliyle görmesine izin verilmediği gibi, hiçbir Batılı da kendi görüntüsünün bağımlı ırkın gözlerine dinç, akılcı ve her zaman tetikte olan genç bir Raca’dan farklı bir şey olarak yansıma olasılığına katlanmak zorunda”10 kalmıyordu.

Böylece beyaz adam “sorgulanamaz” bir konuma yükseliyor ve yalnız bedenlerine değil, ruhlarına da hükmediyordu kurbanlarının. Doğrusu bu psikoloji yüzündendi kölelik tohumlarının babalardan çocuklara sıçraması. Bu psikoloji yüzündendi melez genç kızların beyaz bir adamın gönlünü çelebilmek için ümitsizce yanıp tutuşması. Bu psikoloji yüzündendi efendilerinin dillerini öğrenerek beyazlaşmaya çalışması kölelerin. Bu psikoloji yüzündendi ülkeleri üstüne bir leke gibi düşen aydın ihanetleri. Bu öyle bir psikolojiydi ki, “pukkasahib/gerçek sahip” dedirtiyordu Burmalı’ya vatanını işgal edenlere. Hakkını aramaya kalkanlara “Ama efendim! O bir beyaz! Onu neyle suçlayacağız? Bir beyaza karşı söylenenlere kim inanır!” diye itiraz ettiriyordu.11 Bu kompleks yüzünden sömürge aydınları cellatlarını mazur görüyor, hatta teselli ediyorlardı onları. George Orwell’in Burma Günleri romanındaki Hintli doktor Veraswami ile İngiliz hastası Flory arasındaki konuşmadan birkaç satır da olsa hatırlamalıyız burada:

“-Benim sevgili doktorum, bizim bu ülkede bulunmamızın hırsızlık yapmaktan başka bir amacının olmadığını nasıl anlayabilirsiniz? Çok basit. Memurlar Burmalıları ezerken iş adamları da onların ceplerine dalıyorlar. Eğer bu ülke İngilizlerin elinde olmasaydı, diyelim benim firmamın şimdiki gibi kereste sözleşmeleri yapabileceğini mi sanıyorsunuz?”

“-Dostum, sizin böyle konuştuğunuzu duymak benim için çok acıklı bir şey. Gerçekten de çok acıklı. Ticaret için burada olduğunuzu söylüyorsunuz. Elbette öylesiniz. Burmalılar kendi başlarına ticaret yapabilirler miydi? Makineler, gemiler, tren yolları yapabilirler miydi?… İş adamlarınız ülkemizin kaynaklarını geliştirirken memurlarınız da bizi uygarlaştırıyorlar…12″

Gelgelelim Conrad’ın Marlow’u, Orwell’in Flory’si kadar açık yürekli değildi. Onu yutmaya çalışan yozlaşmaya karşı koymaya çalışırken zaman zaman tabiatın ve kendisini Afrika’ya gönderenlere olan sadakatinin akışına teslim olmaktan kendini kurtaramıyor, Kurtz’u temize çıkarabilmek için deliller uydurmak zorunda hissediyordu kendini. Conrad’ın tarihin kirli bir sahnesini, karanlık-ışık bağlamında evrensel bir boyutta ele almasıyla eser bir sömürgecilik hikâyesini aşıp hayat ve ölümün, gerçek ve idealin irdelendiği felsefi bir çizgiye taşınıyordu.

Kurtz’un ahlak problemine karşılık Marlow’un inanç problemi vardı. Batıl olduğunu düşünse dahi inanç sahiplerine saygı duymaktan kendini alamıyor, yerlilerin açlıkla boğuşmalarına rağmen kendilerini yemeye teşebbüs etmeyişlerine hayret ediyordu: “Onların bizi yemesini engelleyen bir şey vardı. Yani onlar, ihtimal kanunlarını şaşırtan insana ait sırlardan birine sahiptiler… Onların da yasakları vardı. Acaba bunlar ne gibi ‘yasaklardı?’ Bunlar, batıl inançlar, öğrenme, sabır, korku muydu? Yoksa bir çeşit ilkel şeref, haysiyet duygusu muydu?… Uzun süren açlığın insana neler yaptırabileceğini, onun öfke dolu azabını, insanın aklına ne kötü şeyler getirebileceğini, insanın iliklerine işleyen vahşetini bilmez misin? Ben bilirim…” Marlow’a bunları söyleten Conrad’ın bildikleriydi elbette. 1972 yılında And Dağları’na çakılan bir uçağın kazazedelerinin hayatta kalabilmek için birbirlerinin etini yediklerini öğrenmeye ömrü vefa etmemiş olsa da13 Fransız çağdaşı Maupassant’ın “Dehşet Verici” adlı öyküsünü hatırlamış olabilirdi bu satırları yazarken. Bir avuç Fransız askerinin çölde arkadaşlarını teker teker öldürüp yemelerinin korkunç hikâyesini.

Susmuyordu Marlow: “… Bu zencilerin tereddütlerinin sebebi dünyevi değildi. Bir muharebe alanındaki cesetler arasında açlığını gidermeye çalışan bir sırt- landan bile böyle vicdani bir yasağı bekleyebilirdim de bu adamlardan böyle bir şey beklemek aklıma gelmezdi. Fakat işte gerçekle yüz yüzeydim. Göz kamaştırıcı gerçek karşımdaydı…”14

Marlow’un “göz kamaştırıcı gerçek” olarak nitelemek zorunda kaldığı şey aslında “göz yumulan gerçek”ten başka bir şey değildi. Sömürgeciler işgal ettikleri toprakların insanlarını aşağılık bir kültüre mensup gibi göstererek hükümranlıklarına meşruiyet kazandırmak istiyorlar, yamyam hikâyeleriyle vahşetlerini ört bas edip saldıkları dehşeti içselleştirmeye çalışıyorlardı. Pekâlâ, biliyorlardı ki 15. yüzyılda Portekizliler Afrika kıyılarına yanaştıklarında Avrupa’dan hiç de aşağı kalmayan bir medeniyetle tanışmışlar, İslam’la yoğrulan bu kıtanın bir hammadde yurdundan ibaret olmadığını görmüşlerdi. “Kongo ve Gine’nin pamuktan ve hurma lifinden kumaşları, Avrupa kumaşları kadar dayanıklı ve inceydi. Hausa’nın (Nijerya) tabaklanmış ve süslenmiş derileri (Kuzey Afrika aracılığıyla ulaştıkları) Avrupa’da takdir ediliyordu. Katanga ve Zambiya’nın bakır ve Sierra Leone’nin demir işlemeciliği, çok sonraları buralara zor kullanılarak sokulan demir işlemeciliğinden kalitece daha üstündü. Cecil Rhodes tarafından alınıp götürülen gönüllüler ve kaçakçılar, Zimbabve’de (ki orası Rhodes’ten ötürü Rodezya diye adlandırılmıştı) kocaman taş binalarla karşılaştılar. Ve bu böl- genin şimdiki bütün bakır ve altın yatakları çoktandır işletilmekteydi. Avrupalıların tek üstünlüğü ateşli silahlara sahip olmalarıydı…”15

Marlow’un yerlilerin açlıktan kıvranmalarına rağmen kendisini yemeyişlerine hayret etmesinde bir suçluluk psikolojisi aramak yerinde olabilir. Benzer bir duruma Robinson Crusoe’da rastlıyoruz zira. Robinson köleleştirdiği Cuma’yı Hristiyan yaparak sadakatini pekiştirmeye çalışmış, ancak bir gün milletini hatırlayıp kendine karşı tavır almasından korkmuştur hep. Nitekim Cuma bir gün adanın yüksek bir tepesinde uzaklara bakarken sevinçten sıçramış, nedenini soran Robinson’a “Ah sevinmek! Memnun olmak. Benim ülke, benim halk!” demiştir. Robinson’u irkilten cümledir bu. Gerisini ondan dinleyelim: “Yüzünde olağandışı bir sevincin belirdiğini ve gözlerinin parladığını gördüm, yüzünde sanki yeniden kendi ülkesinde olmak istiyormuşçasına garip bir heves vardı. Bu gözlemim, başlangıçta yeni adamım Cuma’ya eskisi kadar rahat davranmama engel olan derin düşüncelere dalmama neden oldu: Cuma’nın kendi halkının arasına dönebilse yalnızca dinini değil, bana karşı yükümlülüğünü de unutacağından, hemşerilerine benimle ilgili bilgi vermekten geri kalmayacağından, yüz ya da iki yüz kadarıyla geri gelip tıpkı savaşta ele geçirdikleri düşmanlarına yaptıkları gibi, benimle kendilerine güzel bir ziyafet çekeceklerinden hiç kuşku duymuyordum.”16

Karanlığın Yüreği’nin ayrı damarları gibi görünse de Kurtz ve Marlow, kirli ve temiz kanın yer yer birbirine karıştığını görüyordu okur. Hikâyenin gerçekçiliğine katkıda bulunsa da bu durum, hakikat karşısında ümidini zayıflatıyordu insanın. Bir gün aynaya baktığında Marlow, Kurtz’un yüzüyle karşılaşabilirdi pekâlâ. Zira “sayısız yenilgiler, iğrenç korkular, iğrenç tatminler pahasına kutsal bir zafer” kazandığını düşünmekteydi Kurtz’un. “Onun söyleyecek bir sözü vardı ve söylemişti.”17 Karanlığı “dehşet” kelimesiyle tanımlayarak ayrılmıştı dünyadan. Yalandan tiksinen Marlow’un, Kurtz’un nişanlısına söylediği yalanı –son sözünün adı olduğunu söylemiştir- içselleştirebilmesinin nedeni de belki buydu. “Dünya çapında bir deha” için söylenilen yalan olsa olsa “beyaz” bir yalandı.

Dipnotlar _____
1. Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği, Çev. Sevim Kantarcıoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1984, s. 39
2. Polonya milliyetçisi bir şairin oğludur. 1857’de doğan Conrad, daha doğrusu Korzeniowski. İngilizlerin dili dönmediği için Conrad adını aldı yazar olduğun- da. Gemilerde dili İngilizce’ye rahatlıkla dönmüş, 1886’da İngiliz vatandaşı olarak Kongo ve Malezya adalarına giden bir geminin kaptanlığını yapmıştı. Karanlığın Yüreği’nin arka planını oluşturdu bu yolculuk. 21 yaşındayken öğrendiği İngilizce’yle yazan Conrad, Polonya edebiyatının değilse de İngiliz edebiyatının dâhilerinden biri olarak kayıtlara geçti. 1924 yılında Başbakan Ramsay McDonald’ın vermek istediği “sir” unvanını reddettikten kısa bir süre sonra öldü.
3. Edward Said, Şarkiyatçılık, Çev. Berna Ülner, Metis Yayınları, Yedinci Basım, İstanbul 2013, s. 238
4. Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği, Çev. Sevim Kantarcıoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1984, s. 101
5. Daniel Defoe, RobinsonCrusoe, Çev. Fadime Kahya, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2012, s. 228
6. Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği, Çev. Sevim Kantarcıoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1984, s. 103
7. A.g.e., s. 92
8. İngiliz düşünür John Locke’a göre “İnsan beyazdır.” Fransız kuramcılardan
Gobineau ise “İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine Bir Deneme” adlı kitabında “Merdivenin en alt basamağını oluşturan siyahlar en aşağı örneği oluşturur. Bunlar en geri zekâ düzeyini aşamamıştır,” demiştir.
9. Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği, Çev. Sevim Kantarcıoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1984, s. 92
10. Edward Said, Şarkiyatçılık, Çev. Berna Ülner, Metis Yayınları, Yedinci Basım, İstanbul 2013, s. 51
11. George Orwell, Burma Günleri, Çev. Deniz Canefe, Can Yayınları, İstanbul 2014, s. 312
12. A.g.e., s. 53-54/13. 16 kazazededen biri olan doktor Roberto Candessa, 72 gün boyunca arkadaşlarının etiyle beslendiklerini anlatmıştı The Sun gazetesine. Etin protein ve yağ deposu olması bakımından güçlü bir besin olduğunu belirten Candessa, “Arkadaşlarımın ölüsünden nemalanıyormuşum hissine kapıldım. Ama ben olsaydım, insanların bedenimi kullanmalarına izin verirdim,” diyerek kendini teselli ettiğini söyledi.
14. Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği, Çev. Sevim Kantarcıoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1984, s. 79-80
15. Roger Garaudy, İnsanlığın Medeniyet Destanı, Çev. Cemal Aydın, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2006, s. 156
16. Daniel Defoe, RobinsonCrusoe, Çev. Fadime Kahya, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2012, s. 240-241
17. Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği, Çev. Sevim Kantarcıoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1984, s. 122

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 13.sayısında yayınlanmıştır.