İbrahim Tüzer

“Söyle bana Toprak Ana, gerçeği söyle:

İnsanlar savaşmadan yaşayamazlar mı?”


Toprak, Savaş ve Bilinç Düzeyi

Savaşlar insanların sadece sahip olduklarını değil umutlarını, geleceklerini, hayallerini de tüketir ve onlarda telafisi mümkün olmayan yaralar açar. Bu toplumsal yıkıma maruz kalındıktan sonra artık içerisinde bulunulan mekânların da farklı ruh hâlleriyle anlamlandırılması söz konusu olur. Şayet ne için savaşıldığı ya da canın feda edildiği bilinci elde edilememiş ve “boşunalık duygusu” içerisine girilmişse yaşanılan ülkenin de toprağın da anlam alanı değişir. Bu durumda insan, içerisinde yer aldığı mekânlarda ruhunun nefes alabileceği alanlar oluşturamaz. Diğer taraftan, savaşlarda ne için can verildiği bilincine ulaşılmış olsa ve ölüm, ulvi gayeler uğrunda seve seve girilen bir gül bahçesi olarak kabul edilse bile geride kalanların hüznün, gözyaşının ve umutsuzluğun kucağına düşmekten kurtulmaları pek mümkün olamaz.

Dolayısıyla insanın üzerinde yaşadığı toprak parçası ile bilinç düzeyi arasında sıkı bir ilişki vardır. Muallakta ya da boşlukta asılı kalmaktan kurtulmak için insan, sahip olduğu bu düzeyden hareketle hem kendini hem de kimliğini inşa eder. Üzerinde durulan toprakla ve içerisinde yer alınan mekânla kurulan ilişki derinliğine, niteliğine, kapsamına göre insanın bilincinin de düzeyini belirler. Örneğin uğruna can feda edilen toprak/vatan, sıradan bir bilinç düzeyinin algısıyla anlaşılamaz. Toprağı, gündelik kazanımlara karşılık gelecek biçimde tüketimin nesnesi hâline getiren bu bilinç, kendiliği ve kimliği ile geliştirdiği algı seviyesini de “yaralı bilinç” düzeyine alçaltmış olur. Bunun yanı sıra hatıraların, destanların, türkülerin, acıların, umutların ve çağrışımı yüksek daha birçok ortak değerin birer göstergesi; bellek alanı olarak kabul edebileceğimiz toprak/vatan algısı ise beraberinde farkındalık düzeyi yüksek bir bilinç halini gerektirir. Millî bilincin de içerisinde yer aldığı bu düzey, sadece toprakla değil üzerinde olup biten her türlü hadise ile yakından ilgilidir.

Sırra matuf olanlar: Milletin öz bilinçli evlatları…

Eserlerinde insanın içerisinde yaşamış olduğu toplumla, dünyayla, evrenle olan her türlü ilişkisine temas eden ve bu ilişkiyi yerelden evrensele uzanacak bir biçimde anlatı kurgusunda derinleştiren Cengiz Aytmatov, Toprak Ana (Ötüken Yayınları, 1997) adlı romanında savaşın meydana getirmiş olduğu yıkımlara farklı açılardan yaklaşır. “toprak-insan” ilişkisine “ana” kelimesinin öncelediği metaforik anlam alanı içerisinden dikkat çeken yazar bu olguyu, bıçak gibi saplanarak darmadağın eden “savaş”la birlikte kurgulayarak okura metnin anlamını farklı alanlarda tamamlaması için imkân hazırlar. Burada eserin dikkat çeken önemli bir tarafı da “Toprak Ana”nın bir anlatı kişisi gibi bizzat kurguya katkıda bulunuyor olmasıdır.


Toprak Ana
Cengiz Aytmatov
Çevirmen: Refik Özdek
Ötüken Neşriyat

İkinci Dünya Savaşı’nın bütün yıkımını derinden hisseden Aytmatov, eserlerinde kurguladığı şahıslar ve olaylar aracılığıyla yaşamış olduğu hiçbir acıyı unutmak istemez. Daha da önemlisi bu yaşanmışlığın meydana getirdiği bilincin okurlar tarafından derinlikli bir biçimde anlaşılmasını ister. Toprak Ana romanında da savaşın ardından uzun yıllar geçse de eşini, üç oğlunu ve gelinini kaybeden Tolgonay aracılığıyla bu yitimin neye karşılık geldiği işaret edilir. Bunun için eserin hemen başında kurgulanan “Ölenleri Anma Günü”nde Tolgonay ile Toprak Ana’nın karşılıklı konuşması dikkat çekicidir:

“Olayları, bütün gerçeği ve hayatın manasını anlaması için ona yalnız kendisinden, kendi öz kaderinden değil, başka insanları, o başka insanların kaderlerini, kendimi ve benim çağımı, sonra seni sevgili toprak anam, bizim bütün hayatımızı anlatmam ve onun da anlaması gerekiyor. (…) Hayat bizim hepimizi aynı teknede yoğurmuş, aynı yumağa sarmıştır. Ama yine de bu olayları anlamak için o olayların içinde yaşamış olmak ve onları ruhunda duymak gerek… İşte durmadan düşünmemin sebebi budur. Ben görevimin ne olduğunu biliyorum. Bunu yapabilirsem ölünce gözlerim açık kalmayacak…”

Anthony Smith, Millî Kimlik adını verdiği kitabında “bizim” diyebileceğimiz yurtların, “tarihî bellek ve çağrışımların mekânı haline” geldiğini, “bilgelerimizin, azizlerimizin ve kahramanlarımızın yaşadıkları, çalıştıkları dua edip savaştıkları yerler” olduğunu belirtir. Bütün bunların yurdu yeryüzünde “biricik” kıldığını ifade eden Smith, nehirleri, denizleri, dağları ve kentleriyle kutsal hale gelen yurdun “deruni anlamları”nı ise “sadece sırra matuf olanların, yani milletin öz-bilinçli evlatların” kavrayabileceğini işaret eder. Aytmatov da Tolgonay aracılığıyla yaşanılan tüm trajedilere rağmen toprağına bağlı oluşunun anlamına nüfuz edebilecek milletin öz-bilinçli evlatlarının yetişmesini ister.

Yukarıda alıntıladığım metinde yer alan “anmak”, “anlamak”, “ruhunda duymak” ve “düşünmek” eylemleri bunun bilinç ve sezgi düzeyinde nasıl gerçekleşeceğini ortaya koyar. Ayrıca “olayların içinde yaşamış olmak” ifadesi de “yaşanmışlığın” insan hayatındaki en değerli öğrenme yollarından biri olduğunu gösterir. Böylelikle Tolgonay Ana, ailesinin kalan tek ferdi olan torunu Canbolat’ın yüksek bir farkındalığa erişerek ne için acı çekildiğini ve can verildiğini fark etmesini ister.

Yiten ve Körleşen Hayatlar

Anlatının bir ferdi olarak Toprak Ana, savaş döneminde ekilip biçilemediğinden, çoraklaşıp kuruduğundan, bereketinin gittiğinden söz ederken böylesi zamanlarda bir yıkım ve yitim alanları meydana geldiğine de temas etmiş olur. Mutluluğun ve huzurun yok edildiği bu alanlar sadece Tolgonay Ana gibi parçalanan ailelerin değil doğada yaşayan tüm canlıların doğrudan maruz kaldığı ve üzerinde yaşadığımız yer yuvarlağının dalga dalga her tarafına tesir eden felaket alanlarıdır. Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel, Dişi Kurdun Rüyaları ve Kassandra Damgası adını verdiği diğer romanlarında da düşüncesizce tüketilen bu alanlara özellikle işaret ederek isyanını dile getirir.

Toprak Ana romanında olduğu gibi diğer anlatılarında da bu yitim alanlarının karşısına “fedakârlık”, “sorumluluk” ve “sahiplenme” duygusu ile hareket eden bireyler çıkartılır. Tolgonay Ana’nın öğretmen olmak isteyen en küçük oğlu Maysalbek de yukarıda dile getirilen ortak değerlerin taşıyıcısı ve Toprak Ana’nın sırra matuf öz-bilinçli bir evladı olarak karşımıza çıkar: “Bu savaş herkesi can evinden vuran çok büyük bir felakettir. Bu canavarı devirip etkisiz hale getirmek için kanımızı dökmemiz, canımızı feda etmemiz gerekiyor. Aksi halde insanlığa layık olmayız. (…) Halk adına, zafer adına, insan için güzel olan her şey adına gidiyorum” diyerek hayatını anlamlı kılmak adına savaşmaya gider.

Cengiz Aytmatov, Maysalbek gibi kahramanların fedakârlığının net olarak anlaşılması için onların karşısına gündelik kazanımlarla körleşmiş anlatı kişileri çıkartır. Toprak Ana’da bu kişi, savaştan kaçarak ortak değerlerin içini boşaltan Cenşenkul’dur. Köylünün varını yoğunu ortaya koyduktan sonra aç kalmamak için ambarda sakladığı bir iki çuval buğdayı çalan Cenşenkul, emeğin ve bereketin sömürüldüğü bir araç olarak insanlığın iflasına örnek teşkil eder. Maysalbek ve Çenşenkul’un karşılık geldiği anlam alanları okunduğunda Aytmatov’un çığlık çığlık büyüyen isyanı Toprak Ana’nın derinlikli yapısında ortaya çıkar.

John Urry, Mekanları Tüketmek adlı kitabında “İnsanların bir yere ilişkin anlamlı buldukları şey zaman içinde kullanılarak azaltılmakta, bitirilmekte veya tüketilmektedir” der. Sıradanlaşarak tükenmekten ve yok olup yitmekten kurtulmanın esaslı yolu, nasıl bir dünya içerisinde yaşıyor olduğumuz üzerine bilinçlenmektir. Bu bilinci, çepeçevre kuşatılmış olduğumuz tüm alanlardan üzerinde yaşadığımız toprağa varıncaya kadar geliştirmek ve diri tutmak gerekir. Ancak o zaman Tolgonay Ana’nın Toprak Ana’ya yönelttiği soru cevap bulabilir:

“İnsanlar savaşmadan yaşayamazlar mı?…” 

Arka Kapak dergisi 24. sayı