Alev Karakartal

Bazı insanların özgeçmişleri vardır, bazılarının da hikayeleri. Sen, hikayesi olan birisin. Onu anlat.” demişti bir arkadaşım, yıllar önce. Yazı yazma mesaisinin başlarındaydım henüz, özgeçmişimi parlatmakla meşguldüm sanırım biraz da. Hadi itiraf edeyim, biraz da çiğdim. Kulak asmadım. Aradan geçen yıllar ve gittiğim, gidip de döndüğüm, hiç uğramadığım, dehlizlerinde kaybolduğum yollar her seferinde beni ona çıkarınca, anladım. Kendi hikayesine çalım atanın afili golleri para etse de, tribünün kalbine değmiyor.

Bu yüzdendir Britanyalı yazar Michael Morpurgo’ya aşinalığım. Büyükannesinin inanılması güç, mucizevi hikayesini, yani ailesinin, yani kendi hikayesini, ‘ait olduğu yer’ metaforu üzerinden, yıllar sonra anlatmaya girişmesini en içimden bilmem.

“Büyükannem çok çok uzun yıllar önce, kuyruğu yerine iki ayağı olan bir denizkızı gibi, bir gün pat diye denizden çıkıvermiş. O zamanlar yaklaşık olarak on iki yaşında gibi görünüyormuş; ama kimse bundan emin olamıyormuş çünkü onun kim olduğuna ya da nereden geldiğine dair en ufak bir ipucu bile yokmuş. Neredeyse açlıktan ölmek üzere olan ve yüksek ateş yüzünden yarı deli haldeki bu kız, sadece tek bir kelime söyleyebiliyormuş: Lucy”

Böyle başlıyor Ay’a Kulak Ver adlı son çocuk/gençlik kitabı Morpurgo’nun. İyi ki öyle zira savaş, aidiyet, taraf olmak ya da tarafsızlık, biz ve öteki gibi önemli meseleler, sadece çocuklukta karşılıksız, çoğunlukla gençlikte anlamsız… Bu nedenle de ağırlıklı olarak bir çocuğun gözünden, başına gelen trajediyi katmerli hale getiren tüm bu kavramların sorgulanması daha bir kıymetli hale geliyor. Bir de hatırlamak meselesi var ki, işte o da yüzleşme ve hesaplaşma çağrışımlarıyla biz yetişkinlerin derdi… Her yaş grubuna yazabilmenin güzelliği olsa gerek; Morpurgo, bir mucizevi kurtuluş hikâyesinden, güçlü bir sorgulama metni çıkarabiliyor.


Ay’a Kulak Ver
Michael Morpurgo
Çevirmen: Arif Cem Ünver
Tudem Yayınları

Birinci Dünya Savaşı yılları. 1915’in Mayıs’ında, New York’tan Liverpool’a doğru yol alan yolcu gemisi Lusitania, Alman denizaltıları tarafından İrlanda açıklarında torpillenerek batırılır. 18 dakika içinde sulara gömülen geminin yaklaşık 2 bin yolcusundan sadece 700’ü kurtulacak, bunlardan birinin öyküsü, 100 yıl sonra Ay’a Kulak Verenler’e adanacaktır.

Hikaye, Britanya’nın güneyindeki Scilly adalarında yaşayan Alfie ve balıkçı babası denize açıldıkları günlerden birinde, terkedilmiş St Helen’s adasında ölmek üzere olan bir kız çocuğu bulduklarında başlar. Savaşın dünyanın kıyısındaymış gibi görünen bu küçük ada topluluğuna bile çoktan ulaştığı, ada halkının da ağır kayıplar verdiği günlerde… Çocuğun ağzından çıkan tek kelime Lucy olunca, ona bu şekilde seslenmeye başlayan ada halkının, kızın kimliği hakkında sorgulamalara, hatta suçlamalara sıçraması zor olmaz. Alman mıdır acaba küçük Lucy? Almancadan başka bir dil bilmediği için mi konuşmuyordur? Giderek iyileşmesine rağmen, neden kimseyle ileşitim kurmuyordur? Yanında bulunan battaniyenin üzerindeki Alman markası da işleri kolaylaştırmaz.

Onu sahiplenen Alfie ve ailesinin sevgisi, en çok da şefkatli sabrı sayesinde, müzik ve resim konularında son derece yetenekli olduğu ortaya çıkan Lucy’nin “düşman” olma ihtimali yeterince zorlayıcıdır aslında. Kim olduğunu ve nereden geldiğini hatırlayamaması bir yana, bir de muhtemelen disleksi olmasından mütevellit okuma yazma konularında yaşadığı sıkıntı, yaşadığı büyük travmanın etkisiyle dışa kapalı tavırları, özetle farklılıkları, adanın hepsi de erkek erk sahiplerince meydan okuma olarak algılandığında başına gelenlerse, dünyanın kıyısında olsanız da “insan insanın nasıl cehennemi olur” konulu bir laboratuvar deneyine dönüşecektir.

Tıpkı Alfie’nin ada halkının Budala Billy olarak adlandırdığı, kendi Define Adası’nın peşine düşen münzevi dayısı gibi.. Aslında yazarı biraz tanıyanların yakından bildiği toplum dışı, deli, hiç değilse tuhaf olarak nitelenen “daimi öteki” kadrosunun baş oyuncusu; vasatın, kendine benzemeyen, “başka türlü bir şey”in mümkün olduğuna inananın hayatı üzerindeki can yakan hâkimiyetini, sadece kendi olarak hatırlatırken, yine tanıdık sularda kulaç atarız.

Neyse ki, insan insanın sadece kurdu değil, yurdudur da. Kendinize yurt edinmek isteyebileceğiniz, ruhları parçalanmış “bizim” kahramanlarla uzaklardaki annelerin “öteki” canavar oğulları arasında bir insaniyet bağı kurmaya çalışan, hikâyenin sağduyu ve vicdanı Dr. Crow gibileri de (iyi ki) vardır dünyada. Ya da belki de kitabın en güçlü karakteri, kocaman kalbi ve ne olursa olsun sevdiklerine sahip çıkan dik başlı kişiliğiyle, bir şifacı gibi dokunduğu her şeyi iyi ve güzel kılan anne Mary Wheatcroft’a benzeyenler. Despot okul müdürleri ve bağnaz din adamlarına rağmen, düşman ve cani olarak kodlanan Alman askerlerini tıpkı kendileri gibi, yani seven, korkan ve kafası karışmış bir kişi, bir oğul, bir insan gibi görmeyi nihayet başarabilen ada halkıysa, insanın kendini temize çekme potansiyeline dair umudun simgesi oluverir.

Bir savaş dönemi çocuğu olan ve ürettiği 100’ün üzerindeki eserin çoğunda bu izleği takip eden Michael Morpurgo, parlak özgeçmişini kişisel hikayesiyle taçlandırırken, “Herkesin ait olduğu bir yer vardır” diyor. Gerçekten var mıdır, soru ortada, yanıtlarsa her bir okuyucunun kendi hikâyesinde.

Bizatihi Ay’ın kendisi, Mozart, özellikle de 11. Senfoni’sinin Andante Grazioso bölümü, piyano, özgür at Peg ve Define Adası’nın Hispaniola’sının da kayda değer roller üstlendiği Ay’a Kulak Ver, Morpurgo’nun sinema ve tv filmi haline getirilen diğer eserleri gibi, son derece sinematografik sahneleri ve başarılı dramatik örgüsü ile ödüllerine bir tane daha ekleyeceğini vaat ediyor. Ah bir de “uğursuz kara kedi” hurafesine katkı yapmasa, bu şahane canlılara haksızlık etmeseydi.

Arka Kapak dergisi 15. sayı