Hasan Öztürk

Edebi eserler insanı yeni ve mesut, başka iyi ve güzel dünyaya götürmeye, kurmaya yardım etmiyorlarsa neye yarardı?

Sait Faik Abasıyanık

Sait Faik’in, “Yazmasam deli olacaktım,” sözünü diline dolayanlardan çok azı onun, “Geçenlerde arkadaşım Eyuboğlu’na, edebiyatla uğraşmaktan bıktığımı ve artık yazmayacağımı söyledim,” siteminden haberdardır. Her iki cümle de yazıyla bir tepkidir oysa. Sait Faik, uzaktan bakanların yanılgısıyla avare ya da aylak damgasıyla geçiştirilecek bir yazar değildir. O, arkadaşı Samet Ağaoğlu’nun, “varlığını ancak sezdiği güzellikleri arayan, bulamadığı için hüzünlü, yine bulamadığı ya da sadece bulmak ümidiyle yaşadığı için bahtiyar bir adamın ruh hâli” olan avarelikle ya da Bertrand Russell’ın, insanlığın barbarlıktan kurtulmasına gerekçe (Aylaklığa Övgü, 2016) saydığı aylaklık ile tanınabilir ancak.

“Kriz” (Kumpanya) öyküsünün, “Edebi eserler insanı yeni ve mesut, başka iyi ve güzel dünyaya götürmeye, kurmaya yardım etmiyorlarsa neye yarardı?” sorusu, Sait Faik’in edebiyat anlayışında önemlidir. Öyküdeki soru cümlesinin geçmiş zaman kipli eylemi, öykücünün gerçekleşmemiş beklentilerine işaret eder ki bu da edebiyat metninin/sanatçısının iletisini engelleyen iktidar gücüne götürür okuru. Sait Faik için bu, 1940’lı yılların siyasal iktidarıdır ancak döneminin edebiyat önderleriyle yayıncılarını da iktidar gücünün uzağında görmemek gerekir.

Nazım Hikmet, sonraki yıllarda hakkını teslim etse de kendisinden dört yaş küçük ve “genç bir hikâyeci” dediği Sait Faik’i, 1936’da yayımlanan ilk kitabının da adı olan “Semaver” öyküsü için “edebi tenkit kastıyla” yazmadığını belirttiği yazsında, “Yazıcı olmak cesaretini ve inancını gösteren gençlere, cesaret ve inancın, hatta okumuş olmanın bile kâfi gelmediğini, iyi bir yazıcı olmak için biraz da memleketi bilmek, edebiyatı ciddiye almak icap ettiğini şöylece söylemek istiyorum,” (Sait Faik Abasıyanık 90 Yaşında, 1996) cümlesiyle uyarır. Fethi Naci, toplumcu şair Nazım Hikmet’in sert eleştirisini kulağına küpe eden Sait Faik’in, fabrika işçisinden bir daha söz etmeyişini de Nazım’ın eleştirisine bağlar. (Sait Faik’in Hikâyeciliği, 2008)

“Ay Işığı” (Havada Bulut), ilk kez 1939’da yayımlanan “Kriz” öyküsünde edebiyat eserine biçilen göreve açıklık getiren bir öyküdür. Öyküde; hükümetler hakkında, rejimler hususunda hiçbir fikri olmayan, gazetelerde politik yazılar yazmayı düşünmeyen buna karşılık röportajlar yazmak, muhabirlik yapmak isteyen anlatıcı öykücü, gazetenin başyazarının “Nasıl bir dünya arzuluyorsunuz?” sorusuna verdiği cevapla Sait Faik’in görüşlerini bir çırpıda özetler; genç yazarın bu cevabı, bir manifestodur açıkçası. “Nasıl bir dünya mı? Haksızlıkların olmadığı bir dünya… İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya… Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerin, bol bol bulunmadığı… Pardon efendim! Bol bol bulunmadığı ne demek? Hiç bulunmadığı bir dünya… (…) Sokaklarda sefillerin bulunmadığı bir dünya… Kafanın, kolun, çalışabildiği zaman insanın muhakkak doyabildiği, eğlenebildiği bir dünya… İçinde iyi şeyler söylemeğe, doğru şeyler söylemeğe salahiyetle kıvranan adamın, korkmadan ve yanlış tefsir edilmeden bu bir şeyleri söyleyebildiği bir dünya…”

Fethi Naci’nin, “Kurulu düzenin insanlık dışı bir düzen olduğunu görür ama bu düzenin değişebileceği konusunda bir şey söylemez,” dediği Sait Faik, ilk kez 1942’de yayımlanan “Kestaneci Dostum” (Mahalle Kahvesi) için karakola çağrılmış, “Çelme” (Şahmerdan) öyküsünde halkı askerlikten soğuttuğu gerekçesiyle suçlanmış ve mahkemeye verilmiştir. 1944’te kitap olarak basılan ilk roman Medarı Maişet Motoru toplatılmış, sonradan Birtakım İnsanlar (1952) adıyla ve değişiklerle basılmıştır. Varsayalım ki “Kestaneci Dostum” için karakola çağırılma, edebiyat metnini okuyamamış bürokratik zihniyetin bir yetersizliğidir. “Çelme” öyküsünde topal bir emir erinin, köylü kadının çelmesiyle yere düşmesi, “halkı askerlikten soğutma” suçu sayılmıştır resmiyette. 1940’ların başında, yazarını mahkemeye getirten, yoksullar ile varlıklıların karşılaştırıldığı öykünün, “İnsan başkalarının aç perişan olduğu günlerde nasıl mesut olur, dememeli. Öyle bir olur ki!” uyarısı, değirmende mısırını öğütmek için “çocuğunu yüklenen ve eşeğini iki çuvalla önüne katan kadın gelip günlerce sıra bekliyor” olması, basık tavanlı kahvelerde toplanan insanların, “taşmış sulardan, vergiyi verememiş, mandasını satmıştan, harbin bize gelip gelmeyeceğinden, boku bokuna adam öldürmüşten… bir zenginin hesabına tam otuz sene askerlik etmiş” kişilerden konuşmaları, siyasal iktidarın bürokratlarını rahatsız etmiştir.

Medarı Maişet Motoru için dönemin tanıklarından Naim Tirali, “Bu romanın ne diye toplatıldığını bilen yok. Ama Sait Faik’e çoğu kez solculuk isnat edilmektedir. Romanı da bu yüzden toplatılmış olabilir,” (Sait Faik Abasıyanık 90 Yaşında, 1996) diyor. Bugünler için komik sayılacak, “hayatı tozpembe göstermediği” gerekçesiyle toplatılan ve üstelik iki bin lira para cezası ödenen Medarı Maişet Motoru’ndan çıkartılan cümleler, siyasal iktidarların sanat/edebiyat tedirginlikleriyle sansür politikalarını anlamayı kolaylaştırır. Hepsi bir yana romanın, “Beni anam doğduğum zaman Balat’taki havraya bıraksaydı, ben şimdi mis gibi bir Yahudi olurdum. Seni Mişon, anan doğduğun zaman Süleymaniye Camii’ne bıraksaydı, sen şimdiye kadar müezzin olmuştun,” cümlesi, ulus devletin yöneticilerine aykırı gelmiş olabilir.

“Muharrir Neden Yetişmiyor?” (Hikâyecinin Kaderi, 2005), yazımın başlığını aydınlatacak bir konuşmadır. Dönemin Akşam gazetesinde yayımlanan (11 Kasım 1949) konuşmada Sait Faik, tek parti yönetiminin sürdüğü 1940’lı yıllardaki “acılı kuşak” adına konuşur dense yeridir. Bu metin bir dönemi özetler ve bu metin okunmadan Sait Faik bilinemez. Varlık dergisinde öyküler yazan Sait Faik, başka şeyler yazması istenince “ısmarlama şeyler yazamıyorum” diyerek ayrılmıştır dergiden. Arkadaşının yazdığı bir öyküyü, “mevzuu işçi” olduğu için dergilerde yayımlatamamıştır: “Mevzu sipariş olacak, suya sabuna dokunmayacak.” Birisi çıkıp da “Bu kitap zararlıdır,” deyince “Neden zararlı?” diye sorulmadan kitabın toplatılmasını eleştiren Sait Faik, dayatmacı siyasetçilerden yakınır: “İstiyorlar ki sanatkâr kendilerini hep övsün. İşlerini iyi görüyorlarsa bu esasen vazifeleridir. Kötü görüyorlarsa sanatkârdan ancak tenkit beklemeli. Bizde buna tahammül yok.” Bir başka konuşmasında, sanatçıların “ya komünist, ya avare, serseri” damgasıyla susturulmalarını eleştirir. “Yazıcılığın Yirminci Senesinde” (15 Mayıs 1950) yazısının, “Elverir ki namuslu olalım: Kalemimizi ne devlete, ne patrona, ne de hatta millete (demagoji yapmayı, efkârı umumiye denilen mikrobu kastederek söylüyorum) satalım,” cümlesi, Sait Faik’in iktidar ile edebiyat arasındaki duruşunu belirler.

“Edebi eserler insanı yeni ve mesut, başka iyi ve güzel dünyaya götürmeye, kurmaya yardım etmiyorlarsa neye yarardı?” sorusuna yönelik bu yazımı, Sait Faik’in, “Çarşıya İnemem” (Alemdağ’da Var Bir Yılan) öyküsünün cümleleriyle bitireyim. “Ah bu yasaklar! Kendi kendimize, başkasının bize, bizim başkalarına, devletin tebaasına, tebaanın devletine, belediyenin hemşerisine, hemşerinin belediyeye koyduğu, koyacağı yasaklar! (…) İnsanoğlu için yasaklı hayvandır da diyebiliriz.” 

Arka Kapak dergisi 20. sayı