Sedat Albayrak
Dolmabahçe önlerinden ayrılan tramvay Galata köprüsünden tarihi yarımadaya geçerek birkaç durak sonra Sultanahmet’e vardığında sırasıyla iki farklı şehrin çehrelerine şahit olan yolcumuz burada bir parça beklemek zorunda kalacaktır. Adeta Babil Kulesi gibi her milletten gezgin ¨Blue Mosque¨ sesleriyle eski Roma hipodromu olan At Meydanı’nın ihtişamlı tarihi yapılarının müthiş ışıltılı görünümü karşısında büyülenecektir. Solunda üç devrin büyük mabedi bin beş yüz yıllık Ayasofya, hemen yanında Osmanlı İmparatorluğunun saray-ı hümâyunu, karşısında kusursuz işleyen bir saat misali turkuaz çinili büyük cami, meydanda Antik Mısır dikili taşı, hemencecik orta yeri süsleyen Alman Çeşmesi gibi anıtlar geçidinin ortasında başı dönecektir.
Seyyahların aynasından İstanbul yüzlerce hatta binlerce yıldır hayal gücünü zorlayan tasvirlerle doludur. Edmondo de Amicis, Avrupa şehirlerinde gözün ve düşüncenin her zaman dar bir çerçeveye hapsedildiğini, İstanbul’da ise her an sınırsız ve lâtif uzaklıklara kaçacak bir yol bulabileceğini söyler. Ahmet Hâşim’in Frankfurt seyahatinde “Hayatında büyük bir Avrupa şehri gören bir adam, kendini, sonradan göreceği bütün büyük Avrupa şehirlerini evvelden görmüş addedebilir. Bu şehirler o kadar birbirinin eşidir.” sözü bir nevi bunu teyit eder mahiyettedir. 1850’de İstanbul’u ziyaret eden Flaubert, Voyage en Orient başlıklı seyahatnamesinde “Mevlevî dervişlerden çıkıp operaya gidilebilen tuhaf bir kent burası! İki dünya hâlâ neredeyse iç içe.” diyerek şehrin bin bir rengine dair o dönemden ışık tutar.
İstanbul üzerine bir kitap hazırlamaya niyetlenseniz siz nasıl bir eser yazardınız? Ya da mesela nereden başlardınız? Kaynaklarınız neler olurdu? Bugün artık İstanbul hakkında entelektüel düzeyde bilgi üreten ciddi bir topluluk olduğunu ciltler tutan İstanbul bibliyografyasından öğreniyoruz. Kent çalışmalarının büyük bir kısmı teknik konulara kaysa da kültürel ve tarihi çalışmaların hacmi de yadsınamaz büyüklükte. İstanbul külliyatının her tarzda ve her boyda yazanı mevcut. Peki İstanbul üzerine sizden tavsiye isteyen bir okura öneri olarak aklınızdan hangi eserler geçerdi? Geleneksel olarak Reşad Ekrem’in, her ne kadar yarım kalmış da olsa, İstanbul Ansiklopedisi tavsiye edilecektir. Buna mutabık Celal Esad, Ahmed Refik ve Osman Nuri’nin İstanbul ve “şehirciliğimiz”e dair klasik eserleri eşlik eder. Şehre rehberlik edecek matbu kaynak arayana ömrünü İstanbul’a vakfeden Çelik Gülersoy önerilir, buna ek Murat Belge’nin Gezi Rehberi ya da mesela geçen yıl kaybettiğimiz değerli bilim tarihçisi ve kıdemli İstanbul araştırmacısı John Freely’nin kitaplarını da anmak yerinde olur. Okuruna göre edebi alana yönelince Abdülhak Şinasi’yle başlayan listeye yeni zamanlardan İhsan Oktay’ı, Orhan Pamuk’u ya da Ahmet Ümit’i eklemek pekâlâ mümkün. Seyahatname seven açısından ise listenin sonu gelmeyecektir. Bütün bu sayısız literatür arasında Avrupa Kültür Başkenti projeleriyle doğan Antik Çağdan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi (Kültür AŞ, 2016) adlı 10 ciltlik İstanbul’a yakışır mahiyetteki ansiklopedik çalışmayı anmadan olmazdı. Şimdi bu devasa İstanbul kütüphanesi içinde yeni bir esere nasıl bir motivasyonla başlanır ve ne tür bir eser ortaya konulabilir?
Tecrübeli İngiliz belgeselci ve akademisyen Bettany Hughes bundan 25 sene önce İstanbul’a ilk geldiğinde benzer hislerle bu uygarlık hazinesi, yeryüzünün incisi şehre âşık olduğunu söyler. Şehir üzerine merakı mütemadiyen devam eder; sıklaşan ziyaretler, biriken kaynaklar derken belgesel projeleriyle birlikte zihninde İstanbul’a yakışan bir eser verme düşüncesi olgunlaşır. Geçtiğimiz yıl yayınlanan Istanbul: A Tale of Three Cities (Weidenfeld&Nicolson, Büyük Biritanya 2017) adlı muhalled çalışması bu ilgiye layık bir eser olarak ortaya çıktı. Kitabın zengin içeriği Türk okuyuşunda da merak uyandırmıştı. Nihayet mürekkebi kurumadan aynı yıl içerisinde dilimize Abdullah Yılmaz tarafından kazandırılarak Alfa Yayınlarınca basıldı. Hughes, eserinin Türkçe’ye kavuşması vesilesiyle Tüyap İstanbul Kitap Fuarı’nda bir konuşma da gerçekleştirdi.
İstanbul: Üç Şehrin Hikayesi’nde Hughes, İstanbul’u şöyle selamlar: “Birçok inançlı insan için ve Doğu kadar Batı için de, İstanbul yalnızca bir şehir değil, aynı zamanda bir mecaz ve bir fikirdir; o hayal gücümüzün bizi götürmesini ve ruhumuzun mesken edinmesini isteyeceğimiz yer neresiyse orayı betimleyen bir ihtimaldir. Mefhumları ve orduları, tanrıları ve dünya mülkünü, yüreği ve bedeni, aklı ve ruhu yüreklendirip harekete geçiren bir şehirdir o.”
Hughes, eserini her şeyi bulabileceğimiz ansiklopedik bir kitap olarak değil de kişisel ve fiziksel bir yolculuk olarak gördüğünü söylüyor. Her ne kadar yazarın belgeselci tarafı eseri okunabilir bir serüven içinde aktarsa da 800 sayfayı geçen kitap akademik yoğun bir çabanın mahsulü. Sadece 60 sayfalık kaynakçası bile çalışmanın ciddiyetini göstermesi adına önemli bir kıstas. Yazar iddialı bir biçimde eserini M.Ö. 800.000’den başlatarak Yarımburgaz Mağarası’nda ilk insan kalıntıların bulunmasıyla tarihlendirir. Bu şehirde insan iskânına dair en eski kalıntılar ise M.Ö. 6000’li yıllara aittir. Ardından Meragalı Byzas’ın İstanbul’da ilk kez M.Ö. 657’de şehir kurmasıyla başlayan hikâyeyi bilimsel kriterlerden ödün vermeden bugüne kadar taşır. Sekiz bölüme ayırdığı çalışmasında sırasıyla “Byzantion”, “Konstantinopolis”, “Yeni Roma”, “Dünyanın Gözdesi”, “Savaş Şehri”, “Allah’ın Şehri”, “İmparatorluk Şehri”, “Ayaklanma ve Fırsatlar Şehri” başlıklı bölümleriyle şehrin tarihini alt başlıklar içerisinde fazlasıyla tafsilatlı inceler. Şehrin eksiksiz bir biyografisinin çıkarıldığı çalışmada sadece Antik dönem için harcanan çaba bile yüzlerce sayfa tutar. Kitap, üslubunu süsler bir biçimde filmlerdeki gibi korkunç bir savaş sahnesiyle başlar. Müslümanların 7. yüzyıldaki şehri ilk kuşatmalarını dönemin şahitlerinin dilinden aktarırken şehrin her zaman yaşayan bir organizma olduğunu güzel bir biçimde hissettiriyor.
İstanbul, insanlık tarihine sayısız tarihi ve kültürel miras bırakmıştır. Yazar maddi ve maddi olmayan mirasa örnek verirken şaşırtıcı biçimde şunları sıralar: Lingua franca, Bakire Meryem’e tapınma, İznik amentüsü, Roma adı, pasaportlar, çatal, şoven milliyetçilik (jigoizm) ve Roma hukuku bugün dünyanın herhangi bir yerinde İstanbul mirası olarak karşımıza çıkabilir. Yine yazara göre denebilir ki İstanbul, milletler arası ilişkileri çözümleyen rosetta taşıdır. Buradan bir medeniyetler tarihi çıkarmak mümkündür ki yazar da bu tür bir deneme içerisinde İstanbul üzerinden kısa dünya tarihi sunar bizlere. Çünkü 8000 yıldan beri üç yüzden fazla nesil gelip geçmiştir buradan ve beşerî coğrafyada en fazla kalıcı mirasın izinin sürülebildiği yerlerdendir İstanbul. Eserin inanılmaz zengin içeriği gün geçtikçe artan İstanbul meraklılarınca büyük bir hazine. Üstelik üslubun bu derece sürükleyici olması göz korkutan hacmine göre önemli ölçüde kolaylık sağlıyor.
Yahya Kemal’in “Aziz İstanbul”u ile nihayete erdirdiği hem bilimsel hem de edebi olmayı başarabilen kitabının son satırları şöyledir: “İstanbul, en iyi haliyle nerede ve kim olursak olalım, insanlığın birçok yüzü olsa da tek bir insan kalbi paylaştığımıza dair hayatî, umut dolu mefhumu üreten, geliştiren ve koruyan bir yerleşim yeridir. İstanbul’u bilmek kozmopolit olmanın ne olduğunu bilmektir. Bu şehir bize gerçekten dünya vatandaşları olduğumuzu hatırlatan bir şehirdir.”