A. Ali Ural

İvan İlyiç’in öldüğünü üç günden sonra duymadılar; garip değildi İlyiç, haberi Vedomosti gazetesinden almıştı arkadaşları, hem son gördüklerinde iyileşeceğini sandıklarını söyleseler de biliyorlardı öleceğini. Gitmesi halinde – evet gitmekti o sırada ölümün adı yerine kimin atanacağını tartışıyorlardı bir süredir odalarında. Herkes, “İşte o öldü; ben ölmedim!” diye düşündü veya hissetti haberi duyduğunda. Ölenin kendileri değil de başkası olması gizli bir sevinç uyandırmıştı içlerinde. Her ne kadar arkadaşları tabuttan kendilerine, yani yaşayanlara sitemle baksa da, hayatta olmaktan utanacak değillerdi. Bütün ölüler gibi hayatta olduğundan daha güzel ve anlamlıydı İlyiç. Keşke bu haliyle de akşam kâğıt oyunundaki yerini alabilseydi masada.

“Kederden maddi işlerle meşgul olamıyorum,” demeyi yapmacık buluyordu İlyiç’in karısı. Yine de kuru bir mendili zaman zaman gözlerine yaklaştırmaktan geri kalmıyordu, ziyaretçilere bir yandan dul maaşının ne kadar olacağını sorup diğer yandan İlyiç’in son günlerini anlatırken: “Üç gün, üç gece sesi kısılmadan bağırdı… Nasıl dayandı bilmiyorum. Sesi üç kapalı kapının ardından duyuluyordu.” Ne anlatıcı ne anlatılanda yankılanıyordu bu cümle, bir sigara külü gibi uzayıp yere düşüyordu. “Sanki ölüm yalnız İvan İlyiç’e mahsustu, kendileriyle bir ilgisi yoktu.” Yalnız Gerasim, İlyiç’in henüz köylü saflığını kaybetmemiş uşağı, acımıştı ona. “Tanrı’nın emri, hepimiz oraya gideceğiz,” diyen tek kişiydi evde.

Tolstoy’un romanına “İvan İlyiç’in Ölümü” adını vermesi okurunu kahramanının ölüp ölmeyeceği merakına hapsetmemekte, ölümü en baştan ilan ederek daha geniş bir alanda özgür bırakmaktadır onu: Bizzat hayatın kendisinde. Bu yüzden romanın ikinci bölümünü şu cümleyle başlatmasına şaşırmamalıdır ustanın: “İvan İlyiç’in hayat hikâyesi basit ve herkesin yaşadığı gibi en fecilerinden biriydi.” Hayır, büyük bir trajediyi anlatmayacaktı bu cümleden sonra. Büyük bir sıradanlıktı göz önüne getirmek istediği. İvan İlyiç’in mahkeme üyeliği, üç bin rubleden beş bin rubleye yükselen maaşı ve zengin evlerinin imitasyonu sayılabilecek genişlik ve döşenişteki evi bu sıradanlığa mâni değildi. Terfi ettiğinde arkadaşlarının onunla resim çektirip gümüş bir tabaka hediye etmeleri de. “Ailesinin anka kuşu” onuncu dereceden bir memurdan başka bir şey değildi.


İvan İlyiç’in Ölümü
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Çevirmen: Mazlum Beyhan
İş Bankası Kültür Yayınları

Yüksek mevkide olanlar evlendiğine göre bekâr kalmamalıydı İlyiç. Bir adım daha kapatabilirdi böylece aradaki mesafeyi. Fakat evliliğin başlangıcındaki parlak günler bir bir solmaya başlamış, kendisine ayrılan zamanı yetersiz bulan her kadın gibi, dizinin dibine oturtuncaya kadar kıskançlık okları yağdırmaya azmetmişti eşi. Doğrusu her erkek gibi kurtuluşu kaçmakta bulmuştu İvan İlyiç; kâh evden uzaklaşarak kâh misafirler davet ederek evine. Yapay sevgi adalarına uğradıkları nadir günleri saymazsak evlilikleri can çekişiyordu. Yine de işinden “yorgun, ama orkestranın birinci kemanında kendine ait kısmı gayet güzel çalmış bir sanatçının duygularıyla eve dönüyordu.”

Hastalık öncü kuvveti ölümün. Fakat hastalığın rolünü oynayacağı zaman gelse de birdenbire fırlamıyor sahneye. O perdenin arkasında, ağzındaki tuhaf tadın ya da karnının sol yanındaki minik ağrıların büyümesini bekliyor İlyiç’in. Tolstoy önce hastalığa, sonra ölüme spotlarını doğrultuyor hayatın. Hastalık sahneye çıktığında aile bireyleri ve dostları ne yapacak İlyiç’in, ölüm sahneye çıktığında ne yapacaklar! Peki İlyiç, o nasıl yüzleşecek hastalığı ve ölümüyle Tolstoy’un dublörü olarak.

Ölü bir annenin aksi düştüğünde gözbebeklerine Tolstoy beş yaşındaydı. Çığlık atarak kaçmıştı odadan ve o günden beri aklından çıkmamıştı ölümlü olma düşüncesi. Ölüm fikriyle baş edemeyince onu ehlileştirmeye çalışan Tolstoy, daha kırk yaşına varmadan kendini yaşlı bir insan gibi hissediyor, hayat dolu bedeninde yaşlanmış ruhunu taşımakta güçlük çekiyordu. Bu yüzden önce küçümsemeye çalıştı ölümü, “Ölümle ilgilenemem; bunun başlıca sebebi, hayatta olduğum sürece onun var olmamasıdır,” diyerek. Fakat gözlerini yumsan da doğuyor güneş. Her gün yüzlerce insan toprağa girerken ölümü kim küçümseyebilir! Tolstoy da sonunda ölümle savaşırken aldığı yaralardan yorulup zırhlarını çıkardı. Ağırlıklarından kurtulunca, savaş yerini barışa, küçümseme yerini gülümsemeye bıraktı.

İvan İlyiç’ten herkes saklıyor ölümü. Arkadaşları, karısı, çocukları ölümsüzlük iksiri damlatıyorlar kurumuş dudaklarına. Doktoru baş oyuncu; görkemli duruşuyla ölüme meydan okuyor. “Muayene vuruşları, dinleme, telkinler, manalı tavırlar…” Sorgu yargıcı olduğu günleri hatırlıyor İlyiç. Görkemli duruşuyla nasıl da küçültürdü sanıkları! Karar özetini okurken nasıl da korkuyla bakarlardı kendisine. Şimdi sıra doktorda. Hastalığıyla ilgili bir karar özeti veriyor gözlüğünün üzerinden muzaffer bir bakış fırlatarak. Onunla göz göze gelmekten korkuyor İlyiç. Onunla, yani kendisiyle. Bu kadar oyuncu arasında bir tek İlyiç’in rolü yok. Bir tek o perdeleri aralayarak ölüme bakıyor gizli gizli.

Bir kez ölüme yaklaşmayagörsün insan, nereye baksa soldurur bakışları. “Sokaklarda her şeyi hüzünlü, neşesiz görür. Arabacılar üzgün, evler kederli, yoldan gelip geçenler, dükkânların görünüşü yaslıdır.” Peki, karısı Praskovya Federovna neden kederlenmiyor kendisini gördüğünde? “Hastalığı, karısına yaptığı yeni bir aksilikten başka bir şey değilmiş gibi” neden kederlenmiyor? Ya arkadaşları! “Yakında yeri boşalacak bir adama bakar gibi” bakmıyorlar mı yüzüne! Her harekette bir anlam gizli. Oyun oynarken kağıtların kendisine uzatılması, elini uzatamayacak kadar halsiz olduğunun düşünülmesinden olabilir mi! Ya kendisini uzun bir süredir görmeyen kaynının odasına girdiğindeki o dehşetli bakışı! “Nasıl, değişmiş miyim?” demek zorunda kalıyor İlyiç. “Evet… Bir değişiklik var…” demek zorunda kalıyor kaynı.

Bir değişiklik var madem, neden hiçbir değişiklik yokmuş gibi tiyatroya gitmeye hazırlanıyor karısı yüzünde pudra izleri. “Karısının süsü gücüne gidiyordu” İlyiç’in. Ya kızı Liza! O da süslenmiş, genç bedenini sergileyen elbisesiyle babasının yanına gelmişti. Tolstoy bu manzarayı şöyle taşıyacaktı romanına: “Kızı süslenmiş, genç, nesi varsa ortada vücuduyla odaya girdi. İvan İlyiç’e vücudu sonsuz ızdırap çektirirken o kendi vücudunu teşhir ediyordu.” Evden çıktıklarında İvan İlyiç kendini daha iyi hissetti. “Yalan gitmiş: onlarla beraber çıkmıştı, ama ağrılar kaldı.”

İvan İlyiç gitgide alışıyordu ölüme. Fakat alışamadığı bir şey vardı: Hayatı yaşanması gerektiği gibi yaşamamış olmak! Bunu düşündüğünde hayatının tatlı anlarını hatırlamaya çalışıyor, o anlarla yaşadığı saate suni teneffüs yaptırıyordu. “Ama işin tuhafı, hayatın en iyi anları şimdi o zamankinden bambaşka görünüyordu ona. Çocukluğuna ait ilk hatıralarından başka hepsi… Çocukluğunda, gerçekten tatlı bir şey; geri gelecek olursa yaşamasını mümkün kılacak bir şey vardı. Ama bu tatlılığı duyan adam yoktu artık… Sanki başka birisine ait bir hatıraydı bu.”

Çocukluğundan uzaklaştıkça hayatı değersizleşiyor, her hatıra yeniden ve daha farklı yaşanabilirmiş gibi çırpınıyordu önünde. “Yokuş aşağı inerken tırmandığını sanmak” bu olsa gerekti. İyi zamanlarım dediği günlerin hakkını veremediğini düşündü İlyiç ve “Belki gerektiği gibi yaşamıyordum ben,” diye geçirdi içinden. Sonra bu düşüncenin açacağı yaradan korkarak, “Ama neden öyle olsun! Her şeyde gerektiği gibi hareket ediyordum,” diye susturdu kendini. Sonra ölümcül soruyu fırlattı kalbine: “Peki şimdi istediğin nedir. Yaşamak mı?” Soru burada bitmedi fakat. “Nasıl yaşamak?” diyerek ikinci hamleyi yaptı İlyiç. “Ya bütün hayatım, yaşadığım bilinçli hayat gerçekten gerektiği gibi değil idiyse!”

İvan İlyiç karakteri Tolstoy’un gölgesinden başka bir şey değildi hayal oyununda. Oyunda bile olsa huzur verecekti teslimiyet. Ah bir razı olabilse ölüme! Goethe Werther’i feda etmişti hayatta kalabilmek için, Tolstoy İvan İlyiç’le birlikte ölümü seçti. Pekâlâ yeni bir hayatın başlangıcı olabilirdi ölüm. Sonunda, “Hani ölüm? Ne ölümü! Hiç korku yok! Çünkü ölüm de yoktu. Ölüm yerine ışık vardı,” demek için dahi yazabilirdi bu romanı. İvan İlyiç’e yüksek sesle, “Demek böyleymiş, ne saadet!” dedirtmek için. “Bitti” kelimesini duydu İvan İlyiç, üzerine eğilen birinden. “Bitti”yle öldü demek istemişti. Fakat o bu kelimeyi “ölüm bitti” olarak anladı. Ölüm bitti, yaşasın hayat! 

Arka Kapak dergisi 33. sayı