Enis Batur

Bilge ve İrfan Sancı, yayını 2016 yılı Kasım ayına denk gelen Joyce’un Finnegan’ın Uyanışı’nın hazırlıkları hızlandığında, yanlış anımsamıyorsam yazbaşıydı, çevirinin bir bölümünü bana iletip yorumlarımı almak istemişlerdi; yayın tarihi yaklaştığında ise bir biçimde “işin içinde olmam” isteğiyle bir önsöz yazmam konusunda ısrarlı davrandılar, ne yalan gönlümü okşadı yaklaşımları: “Jim-Session”u öyle yazdım, ama motor ısıtırken, masamda, an geldi gözlerim boşluğa daldı, “Joyce’lu Anılar”ımı düşündüm bir süre ve aklımdan, önsöz sonrası, onları yazmak fikri geçti, her ne kadar -ilk bakışta- oldukça garip bir niyet gibi görünse de:

Öyle ya, hemen akla gelecek şey, 1952 doğumlu birinin 1941 başı ölmüş biriyle ilgili “anılar”ından sözetmesi ne anlama gelebilirdi? Bana kalırsa abes bir soru bu: Okuryazarın Homeros’la, Yunus Emre’yle, Dante’yle doğrudan bağlantılı, hayatında anı kuşakları vardır, olur: ‘Yapıt’la ilk karşılaşmadan başlayan, farklı dönemlerine dağılan yakınlaşma odakları, bir başına bir ilişkinin kişisel anatomisini ortaya koyar. Her okurun tıkabasa dolu bir anı deposu yer etmiştir belleğinin kıvrımlarında, okur bir de yazarsa, ikinci bir depodan dem vurmak gerekir.

“Joyce’lu Anılarım”ı önceleyen bir kalem de “İngilizce Anılarım”dır ama. Öğrenim gördüğüm okulda, zorunlu ikinci yabancı dil (ne tamlama!) eğitimi Orta ikide başladığına göre, 1966-67 ders yılında ilk adımlar atılmış. Sağlamca bir altyapı verildiği şuradan anlaşılabilir: 1971’de ODTÜ’ye kaydımız sonrası, rastlantıyla aynı bölümde olmayı seçen üç aynı liseden sınıf arkadaşının, hazırlık sınıfında okumalarının gerekip gerekmediğinin belirleneceği İngilizce sınavından yüksek not almaları bir gösterge sayılabilirdi.

1971-72 kavşağında, ne kadarı bu nedenle bilemem, Anglosakson edebiyatına ilgim öne geçmişti: Şiirde Pound, Eliot, Cummings, Yeats; nesirdeyse Joyce ve Beckett gözdelerimdi. Gelgelelim, İngilizcem o yapıtlarla teke tek özgün dillerinde derinlemesine tanışmam için yeterli değildi, ulaşabildiğim Fransızca çevirilerinden enikonu destek alıyordum. 1972 yazında yaşadığım deneyim ölçü verebilir: Ellmann’ın Joyce monografisini zorlanmadan İngilizceden, buna karşılık Ulysses’i yanyana, iki ayrı yabancı dilden okumaya çalışıyordum — romanın özgün dil versiyonunu çevirisi elimin altında olmasa okuyamaz, sökemezdim. Bu okumaların 1973 ilkyazında Paris’e gitmemde birinci elden etkisi olduğuna değinmiştim.

İşin ilginç tarafı, Paris’teki ilk altı ayım boyunca Anglosakson edebiyatına yoğunlaşmamın sürmesi, giderek, çift dil üstünden de olsa, artmasıydı: Eros ve Hgades’in arkasında yeralan toy ama atak “kaynakça” işaretleri gösteriyor. 1975 başı, tek sayı çıkabilen Yazı dergisinin ilk sayısında benim isteğim, Naz Karan’ın çevirisiyle çıkan Giacomo Joyce’la aynı dönemde karşılaşmış, Joyce’un üç ciltlik mektup külliyatını da edinerek eksiklerimi tamamlamıştım. Joyce’la ilgili ilk yazım, Şiir ve İdeoloji’nin ilk basımında yer almazdan önce bir dergide yayımlanan “Casanova Joyce”tur, doğru anımsıyorsam 1976’da yazmıştım o denemeyi, bir daha kitaplarıma almadım: Okuduğum üst metinlerin etkisi ağır basıyordu ve özgün katkım çok sınırlıydı, hiç yayımlanmamış olmalıydı o acemi deneme. Buna karşılık, 1972’de ODTÜ Kütüphanesinden aldığım (suç duyurusu: Hâlâ kitaplığımda!) A Skleton Key eşliğinde “Finnegans Wake’de Osmanlıca-Türkçe Kullanımı” başlıklı denememi Yeni Dergi’ye yollamıştım, Memet Fuat Türkiye için “çok soyut” kalacağı gerekçesiyle yayımlamayı reddetmişti, sonunda kaybolup gitmişti yazım.


Finnegan Uyanması
James Joyce
Çevirmen: Fuat Sevimay
Sel Yayıncılık

1980’lerin ikinci yarısı, Gergedan dönemi, Modern Dünya Edebiyatı Antoloji’sine “Giacomo Joyce”u, Selçuk Yönel çevirisi bir öyküyü ve Ulysses’ten Murat Belge’nin Yeni Dergi’de 20 yıl önce çıkmış çevirisini koymuştum. Gergedan kapatılmadan Beckett’in Bütün Öyküleri önsözümle yayımlandığı için, “Shem ve Sam” başlıklı bir dosyanın hazırlığını yürütüyordum, Beckett dosyamızın peşisıra: Derginin ömrü yetmedi.

Ulysses’in Türkçeye çevrilmesi ‘operasyonu’nda, her ne kadar “yerinde kim olsa bunları yapacaktı” yargısıyla karşılaşmış da olsam sonrasında, karınca kararınca bir payım olduğunu bilen biliyor. Çevirisini Nevzat Erkmen tamamladığında, bir gün belki “Nasreddin Hoca’lı Anılarım”ı da yazarım, ben yayınevinin dışında, bir tür fetret dönemindeydim. Dizinin kuralı gereği, bir sorumlunun redaksiyonunu üstlenmesi ve önsöz yazdırılması sözkonusuydu –anladığım kimseyi ikna edememişler– kapım çalındı, kabul ettim: Dört ay sürdü redaksiyon çalışması, 1972’deki çift dilli okumanın yerini bu kez üçdillisi almıştı, bir dolu öneri getirdim Erkmen’e, sanırım çoğunu onayladı. Kitap okur önüne çıktığında altı aylığına Paris’teydim; yayınevinin 500. kitabı olarak seçilmişti Ulysses, bu nedenle de bir kokteyl düzenlenmiş, konuklar ağırlanmış, konuklardan biri, Orhan Pamuk, aktarana bakılırsa biraz da alkolün etkisiyle, uluorta görüşünü dile getirmiş: “Neden yarım yamalak İngilizcesi olduğu halde önsözü Enis yazmış?” Döndüğümde anlatılmıştı; hem içerlemiş, hem eğlenmiştim. Birkaç ay sora, gene bir kokteylde Orhan’ı uzaktan farkettim, bakışlarımızın kesişmemesine çaba gösterdiğimi anladı tabiî, ne de olsa zeki adam, epey bir siftindikten sonra yanıma geldi, kibar ama soğuk davrandım, “sana aktardılar değil mi?” dedi. Gene soğuk, mesafeli, kibar, çoktan hazır ettiğimi saklayacak halim yok, birkaç cümle kurdum: “Birincisi, Ulysses’in çevirisine tek kelime yabancı dil bilmeyen birinden, örneğin Yaşar Kemal’den önsöz istenebilir. Tıpkı senin Dostoyevski’ye pekâlâ önsöz yazabileceğin gibi. İkincisi, ben senin yarımyamalak Türkçenle roman yazmana karışıyor muyum?” O gün bugün aramızda hep kara kediler dolaştı, oysa kara kitaplar dolaşması daha akıllıca olurdu.

Sonra, dostlar Joyce üzre çalışmayı sürdürdüler. Armağan Ekici Ulysses’in yepyeni bir çevirisini tamamlayıp Norgunk’a teslim ettiğinde, Gültekin çiftiyle konuşmuşlar, Alpagut benden kitabın başına kısa ve yoğun bir metin koymak istediğini söyledi, bir anlamda simgesel biçimde orada olmamı — keyifle ve gururla dedim, yazdım ve oraya kondu(ruldu)m. 2015’de bu kez Palto yayıncım Hüseyin Kaya’nın dileğini kırmadım, Dublinliler de önsöz kervanıma katıldı. Ve son, acaba son mu, “Jim-Session”la Wake’le umarım perdeyi kapattım. Her defasında Joyce’a dönmemi getirdi bu zincirleme-önsöz kuşağı, okuma açılımları daha önce görmediklerimi görmemi sağladı, borç hanesine yeni kayıtlar düştüm.

Rahat durmuyorum da hani: Türkiye bitti, Fransa’ya uzandım: “Jim-Session”u yazma sürecinde, Joyce’un son dönem mektuplarını bir kez daha arşınlarken, dikkatimden kaçmış bir ayrıntı-olgu öne çıktı: Zürih’te öldüğünde kente geleli bir iki hafta olmuştu, öncesinde Joyce, eşi ve torunuyla bir yıl boyunca Allier bölgesinde, peş peşe iki otelde yaşamış, mektuplarını o noktadan göndermiş, yanıtlarını aynı noktada almıştı. Fransa’daki yayıncılarımdan biri, Patrice Rötig yarı yarıya Parisli yarı yarıya Saint-Pourçain’liydi, Allier’nin göbeğinde küçük bir şehir; üşenmedim, yazıp ona Joyce’un Allier Mektupları’nı ufak bir kitap yapmasını önerdim. Patrice, dört-beş kez önsöz ve sonsöz ısmarlamıştı bana, tek tasam proje aklına yatarsa önsözünü yazmamı beklerse diye şimdi.

“Joyce’lu Anılar”ım işte böyle. Düşünüyorum da, yola “Zenon”la başladığımı şimdi farkediyorum. Birkaç okuryazar anadamarı daha biçim alıyor önümde: Schopenhauerli, Nietzscheli, Kierkegaardlı, Mallarméli, Barthelı anılara Cemal Süreyalı, Ferit Edgülü, Bilge Karasulu olanları katarsam hayat ile yazının ortakyaşar boyutları iyice belirginleşir diye düşünmeden edemiyorum.

Arka Kapak dergisi 15. sayı