Gizem Yiğit

Bizler zor ve kabul edilmez bulduğumuz suçluluk duygularıyla doluyuz. Deneyimlerimizde suç, kötü olmakla, aşağı olmakla, bir başka deyişle kendilik değerindeki eksiklikle ilintilidir ve bu nedenle suçu inkar etme yoluna gideriz. Ne ise o olmaya yanaşmayan tek yaratık olduğumuzdandır belki de bu yadsımamız. Bu durum da bizleri zorunlu çıkış olarak başkalarını ya da kendimizi yok etmeye götürür. Peki bu dikatomiye her başkaldırımız öldürmenin, yok edişin ya da edilişin doğrulanmasıyla mı sona ermelidir? Yoksa, tam tersine, olanaksız bir suçsuzluğu benimsemeye kalkmadan akla uygun bir suçluluk ilkesi bulabilir miyiz? Güç ve hesap dünyasına özgü soyutlamalarımız bu doğrultuda başarısızlık ve ceza ile özdeşleşirken suçluluk duygumuz da insanlıkla yaşıt olduğunu üzerimizden ellerini bir an olsun çekmiyor oluşuyla bize daima hatırlatmaktadır. İnsan olmanın omuzlarımızdaki en büyük yükü olan suçluluk duygusu, dinler tarafından günah olarak adlandırılır. Bu adlandırma boşuna değildir ki dinler, insanı suçluluk halinden kurtarma, başka bir tabirle arındırma iddiasıyla kendini ortaya koyarak insanoğlunun benliğindeki suçluluğu bir nevi set görevi gören pişmanlığa dönüştürmeye çalışır. Bu bağlamda modern dünyanın kutsal metinlerini yazan filozoflar, yazarlar, Batılılar ve Hristiyanlar tarafından da suçluluk teması uzun yıllar boyunca çalışılmış ve üzerine düşünülmüştür.

Suçluluk halini hem sonlandıran hem de ardından yeni vicdani sorgulamaları beraberinde getiren bu kısa vadeli kurtuluşun Hristiyanlıkta nasıl sağlandığını ise modern dönemde şüphesiz tüm çirkinlikleriyle ve bir yandan da gerçeklikleriyle Dostoyevski karakterleri ortaya koymuşlardır. Bireyin, diğer herkesin suçunu kendine yükleyip kendisini hem maktul hem de bu suçluluk patolojisinin sonucu katil olarak konumlandırması Dostoyevski eserlerinin temel noktalarından biri olmuştur. Dostoyevski’nin bu noktaya olan artan eğilimini en net biçimde Suç ve Ceza’da görürüz. Genel anlamda da Suç ve Ceza onun tüm kitaplarından farklı bir noktada durur. Bu eserde, insan yazgısı kişisel ilişkilerin tedirgin ortamında toplu bir biçimde çizilmez. Nesneler örgünün içerisinde öylesine kendinden geçmiş haldedirler ki ancak fırtınaya kapılmış olanlar için bir anlam taşırlar. Dostoyevski, idealinin izlerini öncelikle bireysel bilincin ahlak yönünden özerkleşmesinde görse de yarattığı Raskolnikov karakteri üzerinden, edinilen deneyimlerin, ancak ötekilerin mutluluğu için kendini feda etme düşüncesini uyardıkları zaman geleceğe yönelik bir anlam kazanmakta, yani daha yüksek bir aşama olan halkla ‘kardeşçe bir beraberlik’e ulaşmakta olduğunu ifade eder. Suç ve Ceza’da bu ideal, dinsel bir etikle ve İsa söylencesinden imgelerle ilk kez açık bir bağlam içinde görülmektedir. Bu eserinin diğer yazmış olduğu tüm eserlerle bağlantı noktası ise karanlığımızdaki ışığın İsa olduğunu, en terkedilmiş bireyin dahi Tanrı’nın suretini ve benzerliğini taşıdığını, onu da komşumuz gibi sevmemiz gerektiğini gösteriyor olmasıdır. Dostoyevski bu yaklaşımı ile bizi oldukça karanlık yerlere götürür ancak son sözü karanlığa bırakmaz; satırları bizde, gamlı, umutsuz bir kötümserlik izlenimi uyandırmaz. Çünkü karanlığın yanında aynı zamanda parlayan ulvi bir ışık da vardır. İsa dünyaya hükmettiğinden her şeyin üstünde ışıldamaktadır. Dostoyevski’nin dem vurduğu Hristiyanlık, Yuhanna’nın Hristiyanlığıdır ve özgürlük ile aşkın dinine İsa’nın onsuz İncil’inin kesin zaferine katkıda bulunur.

Yoksulluktan doğan bir dürtüyle Raskolnikov, ‘Batıya özgü’ yaşam ilkesinin etkililiğini denemeye ve kaba kuvvet kullanarak mülkiyet sahipleri sınıfına geçmeye karar vermiştir. Ne var ki, planın büyüsü cinayetten sonra dağılıp gitmekte, ahlaksal sınırı aşmakla maddi ve ideolojik zorluklardan kurtulamamaktadır. Kendisi için yeni olan acımasız katil ve bencil rolünü bürünüp zenginlerin yerini almak için yoksulların dört gözle içinde bekledikleri kısır döngüyü terketmenin eşiğinde acıdan kıvranır. Raskolnikov, insan yaradılışının sınırlarını kendi kendisiyle ilişki kurarak, deneyimlerini kendi üstünde gözlemleyerek açığa çıkarır. Bilinmezi oluşturan Raskolnikov değil, işlediği suçtur; insan da bu suçta kendi sınırlılığını açımlamaktadır. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’da Raskolnikov’u yukarıdaki noktalarda yönlendirmesi toplumun ve bürokratik ceza uygulamalarının ötesindeki insan davranışının ahlaksal sınırlarını bizlere gösterir.


Kahrolsun Dostoyevski
Atiq Rahimi
Çevirmen: Ebru Erbaş
Can Yayınları

Kitaplarında yoğun olarak Afganistan’ın dünü, bugünü ve yarınını işleyen Goncourt ödüllü Afgan yazar Atiq Rahimi, Kahrolsun Dostoyevski adlı romanında Raskolnikov’un başına gelenleri kendi ülkesine Resul karakteriyle uyarlıyor. Rahimi, hukuk öğrenimi almak için gittiği Leningrad’da Rusça öğrenmiş ve Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanını okuyup Raskolnikov ile kendini özdeşleştirmiş karakter Resul’ün kimliğinde, şeriatla yönetilen, iç savaşla boğuşan ülkesinde suçu, vicdan azabını, Tanrı’yı –bir bakıma tanrısızlığı– ve cezayı sorguluyor. Böylece Afganistan’ın Suç ve Ceza’sını kaleme almış oluyor. Kahrolsun Dostoyevski, yasaya başkaldırının güçlü kinayelerle olduğu kadar kara mizahla da ele alındığı bir eser olmasının yanı sıra iyilik ve kötülük kavramlarını da derinlemesine sorgulayan ve Rus edebiyatından izler taşıyan sıra dışı bir başyapıt. Resul, zor durumda kalan nişanlısına fuhuş yaptıran bir tefeci kadını öldürmüştür. İçini kemiren suçluluk ve pişmanlık duygusu yüzünden kendini adalete teslim etmeye karar verir. Fakat sonrası kendisinin de tahmin edemeyeceği biçimde ilerler. Yazar, ilham kaynağı böylesine kuvvetli bir metni oluştururken elbette yalnızca karakterlerden ve olay örgüsünün benzerliğinden ilerlemiyor. Rahimi, Rus edebiyatında karşılaştığı Suç ve Ceza eserinin İslam dünyasında bu konularda bir karşılığının olmadığını fark ediyor ve bu sebepten çalışmasını bu yörüngede sürdürüyor. Zaten Dostoyevski’nin biraz da bu yüzden ilgisini çektiğini kendisi de söyleşilerinde açıkça belirtmekte. Yazarın ilk romanında bombalama sonucu sağır olan ana karakteri hiçbir şey anlamıyorken sessizliğiyle savaşta başına gelenleri, yaşadığı kötülükleri ve çatışmanın gizli yüzünü anlatıyordu. Benzer örüntü bu romanında da sessizlik metaforu ile kendini açık ediyor. Resul’ün sessizliği metnin akışında duygusal bir sessizlik olarak sunulurken Fransızca’dan bir sözü hatırlatıyor bu durum: Sesini kaybetmen görme hissini kaybetmekle aynı şeydir”. Son kertede Rahimi, ‘Dostoyevski suçluluk duygusunu Hristiyan ve barış içerisinde yaşayan bir toplum içinde incelerken, savaşan hem de sivil bir savaş içerisindeki Müslüman bir toplum nasıl incelenmeli, o toplumdaki bireylerin davranışları nasıl ele alınmalı?’ sorusunun peşine takılarak Afganistan sokaklarında bizleri uzun bir yolculuğa çıkarıyor. Kitaptan geriye ise okurun kulaklarında Resul’ün şu sözleri kalıyor:

“Dostoyevski, evet, bu oydu! Suç ve Ceza’sıyla beni çarptı, felç etti. Bana kahramanı Raskolnikov’un kaderini izlemeyi yasakladı: Kendi pişmanlıklarıma yem olmak, bir suçluluk çukurunda kararmak ve sonunda zindanlara düşmek…

O zaman? Kaçmak daha iyi, zavallı bir enayi, aptal bir suçlu gibi. Kanlı eller ve boş ceplerle.

Ne saçmalık!

Kahrolsun bu Dostoyevski!’’ 

Arka Kapak dergisi 27. sayı