Hilmi Tezgör

Bilenler bilir ama, bir bakıma acı da olsa güzel bir hikâyedir, tekrar hatırlanabilir:  Yıl 1974. Dönemin iyi yayınevlerinden Sander, Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanını çevirmesi için Adana Cezaevi’ndeki Can Yücel’e gönderiyor. Ancak cezaevi koşullar öylesine kötü ki, Can Yücel ancak 60 sayfa çevirebiliyor. Bunun üzerine roman Sağmalcılar Cezaevi’ndeki Seçkin Selvi’ye gidiyor. Böylece Seçkin Hanım’ın hücresine Latin Amerika güneşi doluveriyor, hücre rengârenk oluyor ve “Gabo” zamanla onun arkadaşına dönüşüyor. Hatta kitap bitmesin diye çeviriyi ağırdan alıyor ve bittiğinde de büyük bir boşluk hissediyor. (Evet, yazar gibi çevirmen de kitaplar bittiğinde boşluk hisseder). Bugün Seçkin Selvi 150’den fazla kitap çevirmiş, Marquez kitaplarının editörlüğünü yapmış olsa da, hepsinden çok Yüzyıllık Yalnızlık’ın çevirmeni olarak tanınıyor. Diğer çevirilerinden daha iyi olduğu için değil tabii, roman müthiş olduğu için.

Romanı okuduğunuzda, Can Yücel’in çevirdiği bölümlerinin farklı bir dile sahip olduğunu fark edersiniz. Yazar gibi çevirmenin de bir imzası vardır çünkü. Bir tarzı vardır. Bir gün bana şiir ve şarkı sözü çevirilerimde “Can Yücel ekolü müsün, Cevat Çapan ekolü mü?” diye sorulmuştu. İlginç belki ama Türkçe çeviride böyle “gayriresmî” iki ekolden bahsedilebilir sahiden, ama bu ayrı bir tartışma. Her ikisinin ne kadar iyi şair (ve çevirmen) oldukları ise su götürmez.

Çeviri çok zor bir iş. Zaman alıyor, sabır istiyor, özen ve dikkat gerektiriyor. Bir bakıma, “yapılacak iş değil” aslında, ama insan bazen, anadilinden farklı bir dilde okuduğu metnin güzelliğini başkalarıyla da paylaşmak istiyor ve bu metni anadiline çevirmeye kalkışabiliyor. Burada, daha önce bu metnin çevrilmiş olmasının bir önemi olmayabiliyor. İnsan kendisi çevirmek istiyor. Altında kendi ismi olsun istiyor.

Ve çeviri, galiba sadece “kalkışılabilecek” bir şey. Kalkışılacak ve isteğin, yeteneğin, sabrın vs. varsa bitirilecek bir şey. Ama ancak beğenildiğinde tamamlanmış oluyor bir çeviri. Beğenilmediğinde, okuyana “geçmediğinde”, “geçemediğinde” sadece bitmiş ama tamamlanmamış bir eylem. Bir de, eğer ticari amaçlarla yapılmıyorsa, çevrilmeye kalkışılan metni, yazarı, şairi sevmiş olmak, yani beğeniden daha fazlası şart. Yoksa olmuyor, olamıyor. Hatta sevmenin ve yazarla aynı duyguyu yakalamış olmanın, çevrilen dile hâkimiyet kadar önemli ve gerekli olduğunu düşünüyorum.

Yıllardır şiir ve şarkı sözü çevirmeye kalkışmış ve bunlar kitaplara dönüşmüş olsa da kendimi hâlâ daha bir çevirmen olarak görmüyorum. Çevirmen, zamanının belli bir bölümünü bu işi yapmaya ayırmış kişidir. “Ben çevirmenim” diyen kişiyle çeviriler yapan kişi aynı değildir.

Bertolt Brecht’in yazdıklarını beğenmeyen de vardır elbette ama ben, beğenimden çok duyduğum sevgiden dolayı onun şiirlerini çevirmeye kalkıştım son dönemlerde. Küçük bir seçkiye doğru gidiyorum. Heyecan da duyuyorum ve bu hoşuma gidiyor. Gelecek yıl içinde, eğer uygun bir yayınevi bulursam, bir kitap çıkar diye umuyorum. Şiir çevirisi ise “zordan da zor” tabii. Her iki kişiden biri, şiir çevirisini ciddiye almıyor, alamıyor. “Şiir duygu işi. Nasıl çevrilebilir ki?” diye düşünüyor ki ben de bunda haklılık payı olduğunu düşünüyorum. Ama öte yandan, ne olacak o zaman?İspanyolca bilmiyorsak Federico Garcia Lorca’nın şiirlerinden bir kaşık bile tadamayacak mıyız? Yunanca bilmiyorsak, can komşu Yunanistan’ın dev şairi Yannis Ritsos bir gezegen olarak mı kalacak? Kalmasın. Hatta şiir çevirisine kalkışanlara ayrıca değer verilsin bence.

Büyük çevirmen Ahmet Cemal’i saygı ve sevgiyle anarken, “çevirmen” ya da “Türkçe söyleyen” olmanın insana gurur verebileceği unutulmamalı.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 25.sayısında yayınlanmıştır.