Onur Caymaz

“Bütün bu söylediklerimizden, yaşadıklarınızı toptan önemsiz bulduğumuz, umursamadığımız sanılmasın. Tersine çok çok önemsiyoruz ama ölçüsünün kaçırılmaması gerektiğini de düşünüyoruz. Melankoliye vardırmayın bu işi ve Attila İlhan’dan kaçın.”

Turgut Uyar, Arz-ı Hal ve Sonrası’nda niye böyle demiş bilemiyorum. Kavgalarınız vardı tabii, sonsuz tartışmalar; fakat ne bileyim, şimdi ikinizde bu dünyada değilken tuhaf…

Ya Salâh Birsel. 12 Eylül 1953 tarihli günlüğünde şiirlerinizi niye sevmediğini şöyle açıklıyor: “Bir de Attilâ İlhan var ama onun çalışmaları, bana, şiiri anlamamış bir kişinin çırpınışları gibi geliyor. Gerçekle ilgisi bulunmayan birtakım dizeler dizmek, şiiri bir araba lakırdıya boğmak! Bilmem Attilâ İlhan bundan ne medet umuyor…”

Şimdi üç beş edebiyat sevdalısı dışında kaç kişi hatırlar Birsel’i? Bense Kuşları Örtünmek ile geziyorum. Ya Ataç’ın, imzalı gönderdiğiniz Yağmur Kaçağı üzerine TDK’nin 1972’de bastığı güncesinde hakkınızda yazdıkları: “Attilâ İlhan’ın nerede oturduğunu bilsem geri gönderirdim kitabını. Bu yazım gözüne ilişirse, aldırtsın. Bir daha da yollamasın bana kitaplarını.”

Yine de gençken aklım hep sizin şiirlerinizdeydi. Doğum günümden bir hafta önce ölmüştünüz. Ekim ayı, güz işleri… On binlerin katıldığı son şair cenazesine bilerek gitmemiştim; tabutunuzu görmezsem öldüğünüzü düşünmeyecektim. Bugün yaşayan hangi şairin cenazesi öylesi büyük bir kalabalıkla uğurlanacak acaba?

1994, Tepebaşı’ndaki son Tüyap. İmza günü. Muazzam kalabalık. Geçtim sıraya. Karşınızda biraz tutuk, konuştum: “Çok sevdiğiniz bir dizenizi de yazabilir misiniz?” Zorlanan dudak kıvrımı. Hangisini seçecek onca dize arasından? Yola bir düşüldü mü ömür boyu gidilir yazıp imzalıyordunuz. Bu dize zamanla sanatın bir ömür sürdüğünü anlatacaktı bana; aydın olmanın uğrunda ömür harcanacak işlerden olduğunu.

Büyüyordum yapayalnız. Akşamları ışık söndürülürmüş gibi hemen kararıyordu Kadıköy, sanki her zaman kıştı; niye öyle? Ece Ayhan Sivil Denemeler Kara’da sizin için “asık suratlı bir parti ödülü lekesi vardı alnında” demiş, başka bir yazısındaysa şiirinizi arabesk diye nitelemişti. Pia, Maria Misakkian; arabesk… Kimin umurunda! Çocuğunu boğar gibi boğup Paris’i, bana kaçmayı düşünen bir kadın hayal ediyor, ezberden okuyordum her akşam. Borges, şiir sestir diyordu çünkü bir konuşmasında. Çoklarının ego yolculuğu diye çıktığı şiir, aslında sesti, öğreniyordum.

Cebimde şiirlerinizle gittiğim pideci; ayranlar nasıl da ekşiydi. Bir şeyler atıştırıp Hasır’ın oraya, çay içmeye giderdim. Elimden tutmuştur, sıkıca sarılıyordum kitaplarıma, daha dün ilk kez âşık olmuştum sanki; pideciden Napoli Garı’na; kırık dökük Fikirtepe sokaklarından Lüksemburg Bahçesi’ne; kedi çişi kokulu Kurtuluş apartmanlarından Barbes metrosuna çıkıyordum. Büyüyordum Kaptan; çoğu geceler Büyük Yolların Haydudu yapışıyordu yakama. Peşimde de kimse yoktu oysa. Cam yeşili gökler uğuldayınca açık saçık bir düş gibi sizin Inge Bruckhart görünüyordu: “Nerdesin Inge nerdesin, nerde değilsin ki…” Bir satır çizgileri, bir de telefon kulübeleri vardı iyi ki… Yalnızlığım elmas gibi keskindi, ne yana dönsem bir yerim kesiliyor, fena kan kaybediyor; bir belâ çiçeği buluyordum sabaha karşı. Alıp yakama takıyor, yakışıklı oluyordum. Bazılarına çok “şey” gelecek ama insan şiirle de ısınıyordu.

Ölmüştünüz. Sizin semtinizden çıktığım yolda çok durak değiştirdim, çok yeri bırakıp gittim fakat sizden kalan bir şeyi çocuğum gibi korudum hep: Doğru bildiğini söylemek aşkı! İşte o zaman insanın seveni kadar sevmeyeni de oluyordu belki.

İki güvercin uçursalar, nerede olduğumuzu bilsek demiştiniz, iyi ki vardınız Kaptan! Birkaç kelime asla karşılamaz ama bu mektup bugün hem sizi anmak hem de borç ödemek için. Daha dün, size ne yazacağımı düşünürken otobüste yanımda oturan orta yaşlı kadın, çantasından Kurtlar Sofrası’nı çıkarıp okumaya başlamıştı. Edebiyat ne kadar gerçekse o kadar da büyü! Aslında yukarıda vardınız diye yanlış dedim, vardınız değil, varsınız iyi ki!

Yazara babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.