Röportaj: Nazlı Karabıyıkoğlu

Kadire Bozkurt’u uzun zamandır dergilerden takip ediyorduk. Uzun zaman içimden acaba ne zaman kitaba dönüşecek bu öyküler diyerek sabırsızlandım. Sonunda Bozkurt’un ilk öykü kitabı Küçük Dertler, geçtiğimiz Mayıs’ta yayımlandı. Görselliği güçlü öykülerden oluşuyor Küçük Dertler. Yazarının bundan sonra ne yazacağını merak ettirebilen bir kitap. Her bir öyküden sonra uzun zaman dolanıp düşünme ve hazmetme isteği duyuyor okur. Biraz meraktan biraz da öykülerini konuşma ihtiyacımdan Kadire Bozkurt’la bir söyleşi gerçekleştirdik.

 

Kadire, kitabını okuyup bitirdiğimde içimden nedense “Bu kitabın adı Marlin olmalıydı” dedim. Bana göre Marlin kitabın merkezindeki öykü. Sen Marlin’i nasıl konumlandırıyorsun?Kitabın adı Marlin olacaktı aslında. Son anda fikir değiştirip Küçük Dertler’de karar kıldık. Marlin bir tür kılıçbalığı, bizim sularımızda da bulunan daha küçük bir türü. Belki de yalnızca balıkçıların bileceği bir isim. Balıkçı değilim. Marlin’i öğrenmem öykü sayesinde oldu. Herkesin farklı yazma yöntemleri var, benimki bir görüntüyle başlıyor genellikle, zihnimdeki bir görüntü. Kıyı kahvesinde oturan iki adam gördüm. Biri ayaklarını korkuluklara uzatmıştı, düşünceliydi. Onun geride bıraktığı şehri düşündüğünü biliyordum. İlginç biri gibiydi. Hikâyesini merak ettim. Yazmaya oturunca, bu adam kendini bir teknede buldu ve bana bir balık ismi gerekti. Marlin. Ben de seviyorum o öyküyü. Ama merkezde mi değil mi bilmiyorum. O kadar çok düşünmüyorum bu konularda.

Öykülerinin son zamanlarda yazıladuran basmakalıp öykülerden ayrılan sevindirici ve güçlü yanları var. Küçük Dertler öyküsündeki kadın karakterin gücü örneğin. Öykü bittikten günler sonra bile bizimle dolaşabiliyorlar. Gücünü veren gerçeklik damarı mı? Ya da nedir?
Sevindim böyle düşünmene, niyet ettiğim gibi yazıyorum demek ki. Klişeleri sevmiyorum. Gözümün takılmadan geçtiği cümleler kurmak ve okumak istemem. Göz aşina olunca öyle yapar. Söylenmedik yeni bir şey kalmadı belki ama söyleme yolları sayısız. Öyküleri gerçek yapan şey ise bence yazarın kendini gizleyebilmesi. Karakterlerin bütün o güçlü ışığın altında bile gerçek birer insan olarak görünebilmesi için ne yazarın perdenin arkasındaki gölgesinin ne de karakteri hareket ettiren iplerin görünüyor olması gerekir. Ben de onu deniyorum. Bir de gerçeklerden yola çıkıyorum. Gerçek olay kurguya girince eğilip bükülüyor ama gerçeklik hissi kalıyor.

Esma’nın Dediği ve Yumurta öyküleri ekseninde Grace Paley okuduğumda aldığım aynı tadı aldım yazdıklarından. Kısa Amerikan öyküsünün okuma günlüğünde yeri var mı?
Amerikan öykülerini çok severim. Raymond Carver, John Cheever, Flannery O’Connor ve yenilerden David Vann en çok sevdiklerim. Onların öykülerindeki sadelik ve çarpıcılık etkileyici.

Diyaloglarındaki akışkanlık, bize insanları gözlemlemekten öte onları nasıl kavrayabildiğini fısıldıyor. İnsan ruhunun ardını görebildiğini hissediyorum. Sen ne dersin?
Öyle üstün yeteneklerim yok ne yazık ki. Diyalog yazmak da benim için en zorudur üstelik. Bu yüzden her zaman kitap okuyormuş gibi yaparak yan masayı dinlerim. Bir entomolojist çalıların arasına nasıl bakarsa etrafıma öyle bakarım. Her zaman böyleydi bu, alışkanlık. Bunları “yazmak için” yapsaydım sanırım işe yaramazdı. Obur bir faydacılık yerine kendiliğindenlik iyidir.

İki Ben öyküsündeki kadın, öyküde sıkça karşımıza çıkan şehir ve kadın izleğinin ötesine geçiyor bence. Acı örtük ve derin. Kadınlığı öykünün neresine koyuyorsun?
Kadınlığı insanlığın önüne, ötesine ya da arkasına koymuyorum. Kadın olduğum için daha duyarlı olduğumu da düşünmüyorum. Romantik biri değilim ben. Ama acıyı bilirim. İki Ben öyküsündeki kadını tanıyorum. Ameliyat olacağını söylediği gün, ameliyattan sonra ilk yapacağım şey ne, biliyor musun, dedi. Yeni bedeniyle, “doğru” bedeniyle plaja gideceğini söyledi. Yakında bunu yapabileceği için seviniyorum.

Bazen bir öykünün öyküsüne takılır zihnim. Sende de böyle oldu. “Fonda 9/8’lik” yazılırken hangi aşamalardan geçti merak ettim?
Burada hepimizin bildiği şeyleri yeniden anlatmak istemiyorum ama dil, din, ırk, mezhep, cinsiyet yüzünden yüzyıllardır insan insana kıyıyor. İnsanları köşeye sıkıştırıp başka yol bırakmıyor, sonra da, Bak neler yapıyorlar, onların kötü olduğunu söylemiştik, diyorlar. Bir kuaför arkadaşım var, o anlatmıştı tır parkına giden Roman kadınları. Üstelik onları ailelerinin erkekleri götürüyor oraya. Erkek kardeşler, ağabeyler, babalar, oğullar… Ne yani, sevmiyor mu bu insanlar kardeşlerini, kızlarını, annelerini? Bunu düşünmeye başladığımda öykü geldi.

Karakterlerinin etrafını insanlarla örsen de öykülerinde sonunda hep yalnız biri var. Ya da okurun içine salınan yalnızlık. Karakterlerin – son 3-4 yılda yazılan diğer öyküleri de düşününce- gittikçe yalnızlaştığını görebiliyoruz. Gerçek hayatta da bunca yalnız mıyız?
Yalnızız. Üstelik bunun teknolojiyle falan da ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Teknoloji sayesinde sağlam bir bahanemiz oldu sadece. Yalnızız. O yüzden birilerini arayıp duruyoruz, bir eş, bir sevgili, bir dost, bir şey, diyoruz, bir şey eksik, onu bir bulsam geçecek, böyle hissetmeyeceğim. Bu iyi bir şey. O sayede üretiyoruz.

Kitabın kapağındaki kırmızı vosvosa ilgi büyük sanırım. Belki sen bize Sıdıka’nın hikayesini anlatmak istersin.
Kitabın kapağını ben seçmedim ama seçsem ben de o resmi seçerdim. Çünkü kırmızı vosvos Sıdıka’yı hatırlatıyor. Sıdıka bizim kamyonetimizdi. Çarpık bacaklı bir Skoda’ydı. Ben çocukken arkadaşlarımla birlikte Sıdıka’nın kasasında yaşardık neredeyse, kilim serer piknik yapardık, şarkıcılık ve beş taş oynardık. Kitabın son öyküsü Oyun’da ve Esma’nın Dediği’nde var Sıdıka. Ben de ailemi, çocukluğumu, anılarımı yazmak gibi bir arzuya kapılıyorum aslında. Bunu hiçbir zaman yapamıyorum. Gerçek hayatımdan bir nesne, bir isim, bir ağaç giriyor öyküye sadece. Mermer bir yumurta, kırmızı bir kamyonet, yaşlı bir dut ağacı. Uzun yıllar günlük tuttum. Şöyle başlardım mesela: “Bugün Seyhan, Nurten’in evlatlık olduğunu söyledi, çok şaşırdım.” Ve sonra o günün kaydı, Nurten’in gerçek anne babasına dair bir öyküye dönüşürdü. Bu hep böyle.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

Küçük Dertler – Kadire Bozkurt
Alakarga Yayınları