2014’ün sonunda, uzun zamandır kendisini dergilerde dahi göstermeyen bir yazardan güzel haberler aldık. 2011’de Komşu Yayınları’ndan Deli Heybesi adlı öykü kitabını çıkaran Umut Y. Karaoğlu, üç yıl aradan sonra heybesine doldurduğu öyküleri yeniden çıkarmaya karar vermişti.

Karaoğlu ikinci öykü kitabında, bizleri Uyku Odası’na doğru çekiyor bu kez. Okuyucuyu orada derin, görülen rüyaların belki de gerçek olabileceğini hissettiren, uyanıldığında ağızda tanımlanamayan tatlar bırakan bir uyku bekliyor. Ben uykumdan uyanmak istemedim ve hazır öyküler gözlerimi kapamışken, Umut Y. Karaoğlu’yla br söyleşi gerçekleştirdim.

Söyleşi: Nazı Karabıyıkoğlu

Deli Heybesi 2011’de çıktığında hayli beğenilmişti. Sonra yeni öyküler bekledik senden. Yazdıklarını uzun bir süre okuyamadık. Uyku Odası’nın girişinde “Sol köşedeki bir öyküye doğru uzanırken, o sezginin “Henüz değil” dediğini duyuyor sonra. “Eli havada kalıyor öylece,” diyorsun. Senden haber alamadığımız bu üç yılı “henüz değil” sezgisine yüklemek mümkün mü?
Deli Heybesi genelde yazarlardan ve güncel edebiyatı, dergileri takip eden sıkı okurlardan oluşan kısıtlı bir çevreye ulaştı, onlar arasında beğenildi. Onun dışına pek çıkmadı ki öyle olması bekleniyordu, hatta gerekiyordu zaten sanırım. ‘Genel okur kitlesi’ne ulaştığında da pek beğenilmedi herhâlde. Şimdi, Uyku Odası’ndan sonra alıyorum o geri dönüşleri ufak ufak, “O biraz şeydi, bu daha iyi olmuş” diye. Ondan sonra da yazdıklarımı uzun bir süre okuyamadınız, çünkü yazmadım. Ama sebebinin “henüz değil” sezgisi olduğunu sanmıyorum. Belki ilk kitabın arkasında biriken o enerjinin boşalmasından, belki öteleyip durduğum ‘gerçek hayat’a yanaşmamdan, belki işkenceye dönen o yayımlama sürecini tekrar yaşamak istemediğimden ya da kitap çıkarmanın dünyayı kurtarmadığını gördüğümden, bıraktım yazmayı. Sonra baktım böylesi daha kolay, devam ettim. Arkadaşlarıma “Ne rahat yaşıyormuşsunuz siz, ne güzel, ne keyifliymiş böyle” dediğimi hatırlıyorum.

Ama işte sonra bir gün bir şey oldu “Öykü bu” dedim, tekrar oturdum yazmaya hiçbir şey olmamış gibi. Oturunca uydurdum o “henüz değil” sezgisini. “Belki de o sebeple yazmadım bunca zaman” diye düşünerek. Aslında hep yazmak istiyormuşum da, zamanını beklemişim güya. Yazmaya başlayınca, yazmadan yaşamak, arkada bıraktığım üç sene saçma, anlamsız gelmeye başladı bu sefer de çünkü. Öyledir belki de. Kitaplarda yazmaya çalışıp duran arkadaş benim yazan tarafımdır da, masa başına geçince anlıyorumdur ne olup bittiğini. “Henüz değil” ona ait bir sezgi çünkü. Gerçi bütün yazarlara ait bir sezgi olduğunu da düşünüyorum bir yandan. Hep tepende asılı duran, yazmak istediğin o metni asla yazamayacağını, anlatmak istediğini anlatamayacağını söyleyen o sezgi… Ancak onu yok sayabilecek kadar kendimizi kandırabildiğimizde ya da ona rağmen, başka çaremiz kalmadığında yazıyoruz.

İlk kitabında “göz”lerden bakıyordun öykülere, şimdi “kapı”lardan geçiyorsun. Uyku Odası, Deli Heybesi’nin devamı gibi şekilleniyor okuyucunun zihninde. Heybene topladığın öykülerden bu odaya hangi kapılardan giriyorsun?
Uyku Odası’nda da “kulak” kabartmaya çalıştım öykülere ama ne kadar becerebildim, bilmem. Odanın kapısına dayanmıştır o kulaklar belki. Uyku Odası da, evet, Deli Heybesi’nin devamı, öncesi, bütünleyicisi gibi ama kendi içinde de ayrı bir bütünlüğü var. Heybe odanın içinde, uyku deliliğin… Dolayısıyla birbirlerine açılan kapılar sınırsız, döngüsel. Ama iki ana kapıdan geçtim sanıyorum heybeden odaya: Hatırlamak ve unutmak. Unutmak ve hatırlamanın, unutuşu hatırlamanın, hatırlamayı unutuşun rüyaya dalıp çıkışlarımızda da, hayata dalıp çıkışlarımızda da önemli yer tuttuklarını düşünüyorum. Yarı bilinçli, yarı düşsel bir şekilde o kapılardan daldım ben de. Bir de eşik var tabii. Orada duruyoruz.

uyku-odasi-kapakÖykülerini şekillendiren ve isimlerini veren çoğunlukla nesneler oluyor. Deli Heybesi’ndeki objelerinin Uyku Odası’nda da peşini bırakmadığını görüyorum ve öykülerin neredeyse tamamı önceki kitabınla aynı isimlere sahip. Çamaşır ipi, kol saati, bira şişesi, metro jetonu… Uyku Odası’nda yeniden bu objelerin etrafında dönmeye seni iten neydi?
Uyku Odası’nı yazmaya başladığımda böyle bir amacım, düşüncem yoktu. Yazdıkça baktım ki öyküler o nesnelerin etrafında dönüyor, ben de bozmadım, onlara ayak uydurdum. Aslında Deli Heybesi’nde nesnelere odaklanma sebebimle aynı sanırım. Oradaki düşüncenin, hissin altını çizdim sadece: Bir nesne isminden arındığında her şeyle bağ kuruyor, sonsuzlaşıyor. O şeye masa demediğinizde, ağaç demediğinizde, bunu başarabildiğinizde, her şey oluveriyor birden. Andan da bağımsızlaşıyor. Kendi tarihiyle, bakanın tarihini bütünleştirip ileri atılıyor. Her baktığınızda, her dinlediğinizde, her dokunduğunuzda başka bir şeye, başka bir zamana temas ediyorsunuz ondan sonra. Bunun büyüsünden, anda gizli sonsuzluktan kurtulamıyorum, neden olduğunu bilmeden seçtiğim birkaç nesneyi isminden arındırmaya çalışıyorum sanırım. Deli Heybesi ilk temastı, Uyku Odası ikinci oldu. Daha yol uzun, bütün öykülerimin ismi aynı olacak diye korkmuyor değilim.

Aslında ne istiyorum biliyor musun, Deli Heybesi ve Uyku Odası beraber basılmalı. Okuyucu öyküden öyküye sekerken bölünmemeli. İki kitap bir bütün gibi geliyor bana. Ne dersin?
Olmaz derim. İkiz gibi görüyorum ben onları. Hatta çift yumurta ikizi. Ortak bir tarihleri olsa da karakterleri farklı, iki ayrı birey. Benzerlikleri olsa da farklı açılardan bakıyorlar durumlara, nesnelere. İsteyen biriyle, isteyen öbürüyle, isteyen ikisiyle birden ilişki kursun. Ya da önce onunla, sonra bununla… Düşünmedim, yayıncım da önermedi değil bunu, ama bir bedene sığdırmaya çalışmak çok mantıklı gelmedi bana. Okuyucu bölünsün, seksin, unutsun, hatırlasın istiyorum şahsen. Öldükten sonra, toplu öyküler basılırsa olur artık o. Ya da ben tekrar düşüneyim bir ara.

Peki ya Eray?
Olaylar hem eril hem dişil, iki cinsi de barındıran bir isim bulma çabamla başladı, Er – Ay geldi sonra. Güya cinsiyetinin ne olduğu tam kestirilemeyen bir karakter olacaktı bu ama beceremedim, bildiğin erkek oldu. Semra yetişti o zaman yardıma. Çıkış noktam da şu: Bir insan hayatı boyunca ne kadar insanla ilişki kurarsa kursun, aslında tek bir insanın eril ve dişil yönleriyle, onun başka başka yüzleriyle ilişki kurar. O zaman, dedim, Eray olsun hepsinin ismi. Beceremeyince de Eray ve Semra’ya dönüştü. Tam denk düşmese de Jung’un anima-animus’unun bir türevi aslında… Bir de, yine anima-animus’a bağlanabilecek bir kaybolan ikiz sendromu takıntım var bunun altında. O cinsiyetsiz, kaybolan fetüsü diriltmeye çalışıyor bir tarafım sanırım. Ama orayı çok açmayayım, sakatlamayalım çocuğu, bende kalsın.

Uyku Odası’nda yer alan öykülerden en sevdiğim “Metro Jetonu”. “Metro Jetonu”nu nasıl yazdığını, seni bu öyküyü yazmaya iten güdüyü gerçekten merak ediyorum.
Şaşırdım buna açıkçası. Benim zayıf, savruk bulduğum öykülerden “Metro Jetonu”. Belki üzerinde çok tepindiğim, ilk hâlini bildiğim içindir. Böyle farklı bakışları görmek, onu hatırlamak iyi geliyor ama, sevindim. Nasıl yazdığımı, onu yazmaya iten güdüyü tam olarak hatırlayamam şimdi, hatırladığım kadarını da nasıl anlatayım bilemedim. Yazdığın bir öyküyü anlatmak pek sıcak baktığımız bir şey değil biliyorsun. Şöyle diyeyim: Bir gün bir köpeğe bakıyordum, kafamdan bir cümle geçti; bunun bir sevgili ya da bir dost için de kurulabilecek bir cümle olduğunu fark ettim. Sonra nasıl oldu bilmem, Deli Heybesi’ndeki “Metro Jetonu”nda metronun girişinden dönen kadını bekleyen adamın bu cümleyi kurduğunu anladım. Onun açısından bakmaya çalıştım duruma.

Bir de şu Courtney Love sendromu var öyküde geçen. Anlatsana.
Üniversiteden kalma bir şaka, bir genelleme o, denk geldi kullandım. Biliyorum hoş bir genelleme değil, ama çok yaygın şekilde görüyorduk çevremizde, ismini koymak gerekti. Bir kadın uyuşturucu bağımlısı ya da alkolik bir adama âşık olur, sonra sevgili olurlar. Kadın adamı bu bataktan kurtarayım derken bir bakar ki adamdan daha bağımlı olmuş. Özetle bu.

İlk kitabından Uyku Odası’na çalışma biçimin değişti mi?
Değişmedi sanırım –Çünkü arası boş, yazmadım. Sonrasını da tam tartamadım şimdilik- ama yazım süreçleri farklı oldu. Deli Heybesi daha uzun bir süreçte, tek tek öykülere odaklanılarak, içimden gelmese de kendimi zorlayarak yazıldı, yazılamadı, tekrar yazıldı; sonradan kitaplaştırırken öykülerin arasındaki bağlar keşfedildi. Uyku Odası’ysa, sanırım o üç senenin getirdiği açlıkla, 3-4 ay gibi bir zamanda, kitap yazdığımın bilincinde olarak, hiç ne yazsam diye düşünmeden, ara vermeden, gelenlere yetişmeye çalışarak… Başta gene yoktu öyküler arasında bağ kurma fikri ama ilk üç dört öyküden sonra biliyordum artık yine öyle olacağını.

2011’de “Sıcak Nal”da çıkan söyleşinde: “İlham öcüsünün içsel bir şey olduğunu düşünüyorum. Sen yazmak istemezken, hatta yazmak denen şeyden kurtulmaya çabalarken bile seni alıp masanın başına koyan bir dürtü…” demiştin. Uyku Odası bittiğinden beri ilham öcüsüyle selamlaştın mı?
Yok. Gitti o heybeden sonra. Belki de önce. Uyku Odası’nı da perilerle yazdık. Şimdi yine uzun bir tıkanma dönemine girmekten korktuğum için ben çağırıyorum ama gelen giden yok henüz. Ama yakında gelebileceğini seziyorum. Gene yazmak istemiyorum, yazmaktan kurtulmak istiyorum ve gene yazmam gerektiğini, yapacak anlamlı başka işim olmadığını düşünmeye başladım çünkü. Ya da başka bir uyku öncesi sayıklama hâlindeyim belki. Bakalım, merakla bekliyorum ben de.

Yazdıklarını ilk kime okutursun?
Varsa kız arkadaşlarda oluyor öncelik tabii. Onun dışında okurluğuna, bakışına güvendiğim Ceren var, Zeynep var, Yağmur var. Uyku Odası’yla birlikte Pelin’le Ebru katıldı. Arada o dönem yakın olduğum kim varsa okutup görüşlerini almaya çalışıyorum. Başka bakışlar önemli. İnsan kendi kendini vezir de ediyor rezil de. Karşındaki metin de aynıyken biraz kafa karıştırıcı, yorucu oluyor tabii bu.

Başlamak mı zor bitirmek mi? Yoksa “Nerede kalmıştık?” demek mi?
Yazmaktan bahsediyoruz herhâlde. Öyleyse başlamak ve bitirmenin olduğunu düşünmüyorum bu uğraşta. Başlangıcı yazmanın öncesine, kendini bildiğin âna kadar gidiyor, pek biteceğe de benzemiyor; kaçış yok, ancak ara verebiliyorsun. O yüzden hep “nerede kalmıştık?” Ve hep zor benim için. Yazım süreciyle, sonrasıyla… Bir çeşit psikolojik rahatsızlık olduğunu düşünüyorum hatta yazmanın. Yoksa bir masa başına oturup, pek de bir işe yaramayacak metinler karalamak için bunca emek vermek akıl kârı değil. Gerçi buradan bakınca yaşamak da bir çeşit delilik oluyor ama işte, o metni yazdığını sandığın bir an oluyor ve sonra yazdığının birine ulaştığını, iyi geldiğini gördüğün başka bir an. Aklın başına çabuk gelse de o iki an güzel. Tek tek öyküler için konuşursak da başlamak herhâlde. O ruh hâline bir girdikten sonra gerisi geliyor, kendi kendini bitiriyor öykü zaten. Ama ondan sonra da gene “ee, nerde kalmıştık?”

Yazmak ya da öykü… İnsanları değiştirebilir mi? Edebiyat kurtaracak mı bizi?
İnsanın değişeceği yoksa hiçbir şey değiştiremez. Ama o potansiyel varsa evet, edebiyat, sanat o değişime itici güç olabilecek en etkili araçlardan. Yalnızca edebiyatın değil, hiçbir şeyin bu dünyayı insanların elinden kalıcı olarak kurtarabileceğine inanmıyorum. Ama hayat kurtarır edebiyat, ta en dipteyken baharın geleceğini hatırlatır, tutup çıkarır seni oradan. Sonra gene kış gelir ama olsun, çok kitap var.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

Uyku Odası  – Umut Y. Karaoğlu
Bence Kitap