Mustafa Özel

Bizde “Peygamber romanları” yazanlar, kendi kavrayış düzeylerinde ve kendi meşreplerince, güya Hz. Peygamber’i yahut ashab-ı kirâmı yüceltmeye çalışırken aslında böylesine yüce varlıkların takipçisi olduklarını hissettirip, kendi nefislerini yüceltiyorlar. Batıda peygamber romanı yazanlar ise, peygambere duydukları inanç ve sevgi hangi düzeyde olursa olsun, asıl şu sorunun cevabını arıyorlar: Peygamber bu çağda yaşasaydı, gerçekten peşinden gider miydik? Onun talep ettiği gibi adaletli, merhametli ve vicdanlı olur muyduk? (Tabii, dindar yazarları kastediyorum. Dine inanmadan eleştirel yazanlar ayrı bir bahistir.)

Ben bir yaşındayken hayata veda eden Nikos Kazancakis’in romanları bu bağlamda çok özel bir yere oturuyor. Kazancakis’i Çarmıha Yeniden Gerilen İsa ve Zorba ile tanımıştım. Anthony Quinn’li sinema filmi de unutulmaz olan Zorba’nın önsözünde, en fazla düşlerle gezilerden fayda gördüğünü söylüyor; ruhunda iz bırakan büyükler arasında, Homeros, Buda, Bergson ve Nietzsche’yle beraber, basit bir işçi olan Aleksi Zorba’yı da anıyordu. Homer, ölümsüzlüğü aydınlatan parlak bir göz; Buda dünyanın, içinde boğulup kurtulduğu dipsiz bir göldü. Bergson, yazarımızı gençliğinin çetrefil felsefî sorunlarından kurtarmış; Nietzsche onu yeni acılarla zenginleştirip, acıyı gurura çevirmeyi öğretmişti. Zorba ise, hayatı sevmeyi ve ölümden korkmamayı!

Listede Hz. İsa’nın olmaması, muhtemelen onu diğerleriyle aynı düzeyde görmediğindendir. Hemen bütün romanlarına İsa’nın ruhundan bir ışıltı düşmüş gibidir. Günaha Son Çağrı’yı yazdığı günlerde de, İsa’yla birlikte Golgota Tepe’sine çıkarken duyduğu dehşeti, hayatını ve ölürken çektiği acıları yaşarken duyduğu yoğunluğu, anlayış ve sevgiyi başka hiçbir zaman duymadığını söylüyor. Bu duyarlılığına rağmen, ortaya bir “roman” çıkarmış. Roman, yani gerçeklerle dopdolu hakikatsiz hikâye! Kazancakis için, bütün sempatisine rağmen, İsa yahut Yahuda, Matta yahut Paul, gerçeklikleri yeni baştan kurgulanacak roman kahramanlarıdır. Dinin (açıkçası Otorite’nin) peşinen sunduğu hakikati bir yana koyup, kurgu gerçekler üzerinden “insanın hakikatini” canlandırmaya çalışıyor. Tıpkı Tolstoy gibi, onun da hikâyelerinin kahramanları kişiler değil, hakikattir. Verili mutlak hakikat değil; “ruhunun bütün gücüyle sevdiği ve olanca güzelliğiyle ‘canlandırmaya çalıştığı’ hakikat!”

Bu trajik anlatıyı romanlaştıran kritik dönüşümler öncelikle İsa, Yahuda, Matta ve Paul (Saul) ile irtibatlı. Yahuda’yla başlayalım. Hainden çok, bir görevli. Ağır misyonu kendisine bizzat Hz. İsa vermiş! Fakat İsa’yı kendi gündemiyle takip ediyor. Peygamber’in sözünden çok “kılıcını” önemsiyor. “Yahuda onu dinlerken kaşlarını çattı. Tanrı’nın ülkesi ilgilendirmiyordu onu. Bütün kaygısı yeryüzü hâkimiyetiydi; bütün yeryüzü de değildi onu düşündüren, dua ve bulutlardan değil, insan ve taşlardan meydana gelmiş İsrail ülkesiydi. Şu puta tapan, kâfir Romalılar ülkelerini çiğneyip duruyorlardı. İlkin onların kovulması gerekti, ondan sonra Tanrı’nın ülkesini düşünmek sırası gelirdi.” Evrensel inanca karşı, ulusçuluğun havarisi gibidir Yahuda. Kazancakis, bence modern ideolojilerin ana kaynağını göstermek istiyor! Ulusçu Yahuda’ya karşı, İsa büyük bir güven ve sükûnetle evrensel hakikati dillendiriyor: “Gökle yer, ayrı ayrı şeyler değil, Yahuda kardeşim; taşla bulut ayrı şeyler değil. Tanrı’nın ülkesi gökte değil, içimizde, gönlümüzde. Gönlünü değiştirdin mi, yerle gök kucaklaşır, İsraillilerle Romalılar kucaklaşır, ayrılık gayrılık kalmaz arada.”

Ulusçu Yahuda, fikrinde sabittir. Basit sualini tekrarlar: “İsrail’i Romalılardan kurtarmak istiyor musun?” İsa’nın cevabı: “Ruhu, günahtan kurtarmak istiyorum!” Yahuda: “İlkin bedenin Romalılardan kurtarılması gerek, ruhu günahtan kurtarmak işi sonra gelir. Yol budur. Evi kurmak için damdan değil, temelden başlanır.” İsa: “Temel ruhtur, Yahuda. Müstakbel hain, bu sefer de demokrasi ilkesini keşfetmiş gibi, sesini yükseltiyor, ‘Mesih kim?’ diye soruyor, kim? Sakın bütün insanlar birden olmasın? Tamam, halkın kendi mesih olacak. Ben, sen, her birimiz. Sadece ayaklanmamız gerekiyor, o kadar! Vaftizci (Yahya) sırrını bana söylemeli, kılıcı bana vermeliydi. İsrail’in acılarını bir ben duyuyorum. Kılıcı kullanabilirim ben, o, gaibi görmesine rağmen kullanamaz. Utanmadan hepimizin kardeş olduğunu söylüyor, incinenlerle incitenler, İsraillilerle Romalı ve Yunanlılar; canı cehenneme hepsinin!”

Eli Kılıçlı İsa

Tartışma sürüp gidiyor ve İsa soruyor: “Geliyor musun Yahuda?” “Ölüme kadar seninleyim.” İsa: “Yetmez bu! Ölümden ötede de benimle olman gerek.” Yahuda, İsa’yı takip etse de, davasından dönecek gibi değildir. Onu, kendi inandığı biçimde izliyor; ulusçu inancını müzakere konusu yapmıyor: “Sözlerle işim yok benim. Kılıcı elinde tuttuğun sürece seninleyim. Bıraktığın anda ben de seni bırakırım. Ardından gittiğim sen değilsin, kılıçtır.” Diğer havarileri çok şaşırtıyor bu tavır. Öfkeleniyorlar. “Efendimizle böyle konuşmaya utanmıyor musun?” diye çıkışıyor Petrus. Ama İsa memnundur. “Yahuda haklı,” diyor. “Dostlar, ben de kılıcın arkasından gidiyorum!” Vahyedilmiş Hristiyanlık hakkında uzman ilahiyatçılar ne derse desin; tarihselHrıstiyanlığın bundan daha doğru bir ifadesi var mıdır? Hristiyan dünya iki bin yıldır “gerçekte” İsa’nın mı peşinden gidiyor, Yahuda’nın mı?

Nasıra’lı Matta, vergi toplayan bir gümrük memurudur. Bir saat dakikliğiyle işleyen Büyük Roma Düzeni’nin küçük bir dişlisi. Herkes, Roma’nın altındadır. “Tanrılar, insanlar! Hepsi de Roma’nın vatandaşları ve köleleridir.” Bu şartlar altında, İsa tebliğe başlıyor ve havarilerini hareketlendiriyor. Havariler toparlanıyor. Filipus, Natanael’e: “Bırak da gel,” diyor. Nereye? “Acele et de gemiye bin, kurtul sen de.” Natanael, içini çekiyor: “O kadar çok sipariş almıştım ki. Nasıl bırakayım bütün bunları?” Evet, nasıl bıraksın? “Güneş altında yeni bir şey yok, dostlar. İnanç ve zaaflarımızla, hepimiz birer havariyiz!”

Matta olan bitenleri içten gelen bir coşkuyla biteviye kâğıda geçiriyor. Din, medeniyet ile buluşuyor. Yazılmayan, yaşanmamıştır! Yazılanın nasıl yaşandığıysa büyük bir muammadır. Petrus örneğine bakalım. Bir rüya görmüştü. Gökten bir melek inip Petrus’un şakaklarını hafifçe aralayıp içine girmişti. Bir kayıktaydı Petrus. “Bu güzel kayık kimin?” diye sordu İsa. “Benim.” dedi Petrus, gururla. “Git Petrus, öteki yoldaşları al gel, sonra da suyun ortasında dolaş da cesaretini seyredeyim hayranlıkla.” Petrus yoldaşları topladı ve denize açıldılar. Derken bir fırtına koptu, “Efendimiz imdat!” diye bağırmaya başladılar. Bir de ne görsünler, zifiri karanlıkta beyazlar giyinmiş İsa sular üstünden yürüyerek kendilerine yaklaşıyor. Havariler korktular. İsa, korkmayın, gelin diye buyurdu. Petrus kayıktan atladı ve dalgalar üstünde yürümeye başladı. Ama kudurmuş denizi görünce, korkudan donakaldı. Batmaya başladı. İsa, elini uzatıp onu sudan çıkardı. “İnancı kıt adam, niye korktun? Bana güvenin yok mu senin? Bak!” Dalgalara doğru elini kaldırarak, “Yatışın!” der demez rüzgâr durdu, sular duruldu. Petrus ağlamaya başladı.

Çığlık atarak uyandı Petrus. İçini çekti. Henüz uyumamış olan Matta, onu duymuştu. “Ne diye içini çektin Petrus?” diye sordu. Matta’ya doğru sürünerek ilerledi ve ona düşünü anlatmaya başladı, anlattıkça daha bir süslüyordu hikâyesini. Matta, doymak bilmeden dinliyor, her şeyi zihnine yazıyordu. Yarın, Tanrı dilerse bütün bunları defterine yazacaktı. Petrus’un konuşması bitmişti, ama yüreği, göğsü içinde düşteki kayık gibi kalkıp iniyordu. Birden korku içinde sarsıldı. “Sakın efendimiz gece gelip de beni sınamak için açık denize götürmüş olmasın.” diye düşündü. “Ömrümde bu kadar canlı deniz görmemiştim, bu denli canlı kayık, elle dokunulacak derecede bu kadar korku görmemiştim. Belki de düş değildi gördüğüm… Ne dersin Matta?”

“Elbette ki düş değildi. Bu mucize ‘gerçekten’ oldu,” diye cevap Verdi Matta ve ertesi gün olup bitenleri defterine nasıl yazacağını düşünmeye başladı. Çok zor olacaktı, çünkü düş olup olmadığından tamamıyla emin değildi, gerçek olup olmadığını da kesinlikle bilmiyordu. Her ikisiydi de. “Mucize yer almıştı, ama burada, yeryüzünde ve denizde değil… ‘Başka bir yerde’, ama nerede? Gözlerini kapadı, nedenini bulmak için düşünmeye başladı. Derken uyku geldi, onu da aldı götürdü.”

İsa’nın tüm çabası, dini evrenselleştirmeye matuftu. “Yasayı ve benden önce gelen peygamberleri silmeye gelmedim. Eski buyrukları silmeye gelmedim, onları genişletmek için geldim.” diyordu. “Yasa, ananıza babanıza saygı göstermenizi söyler; ben diyorum ki, yüreğinizi aileniz içinde hapsetmeyin. Çıksın oradan, bütün evreni kucaklasın. Babamız Tanrı, anamız topraktır. İnsan bir sınırdır, yerin bitip göğün başladığı sınır. Ama bu sınır durmadan kendini ileri götürüyor ve göğe doğru ilerliyor. Onunla birlikte Tanrı’nın buyrukları da ileri gidiyor. Musa’nın tabletlerinden alıp, onları genişletiyorum, ilerletiyorum.” Yahya: “Tanrı’nın buyruğu değişiyor mu yani efendimiz?” İsa: “Hayır, sevgili Yahya. Ama insanın yüreği genişliyor ve Tanrı’nın buyruğundan daha fazlasını içine alabiliyor. Musa’nın tabletleri üzerine kazılmış olan yasayı kaldırıp insanların yüreğine yeni bir yasa kazıyacağım. Sevgiyi genişletiyorum; Tanrı’nın dört büyük kapısını açıyorum, bütün uluslar içeri girsin diye. Tanrı’nın bağrı ‘Yahudi Mahallesi’ değildir; bütün evreni kuşatır.”

Romanın tarih yazım metodolojisi bakımından en kritik kahramanı Matta olduğundan, Kitab-ı Mukaddes’i açıp, Matta’ya göre İncil’i tekrar tekrar okuyorum. Göremediğim hususlar olabilse de, Kazancakis’in romanı bambaşka olaylardan söz ediyor. Ama ortak mesele, insan. Meleküstü ile hayvanaltı arasında gidip gelen tuhaf, anlaşılmaz yaratık. Derin bir nefes alıp, 62 yıllık hayat raksıma bakıyor, az çok aşina olduğum hayatları gözümün önüne getiriyorum: Kazancakis’in ‘hakikatsiz’ gerçeğinin, Matta’nın ‘hakikatli’ gerçeğinden çok daha gerçek olduğunu hissediyorum! Allah’ım, üçümüzü de affet!

Ganimet Peşindeki Havariler!

Kazancakis İncili’ne göre, havarilerin içine yolda “kötü cinler” giriyor. Lütfen bu bölümü tekrar tekrar okuyun; geçmişin ve bugünün (dinî, siyasî, iktisadî) her türlü iktidar oluşumuna sükûnetle uygulayın: Rabbin günü yaklaşmıştır, Efendileri neredeyse tahta çıkacaktır. Ganimetleri yağma etmek zamanı da geliyor demektir. Bölüştürme konusunda havariler kavgaya başlamıştır: “Ben sağında oturacağım, en çok beni seviyor,” diyor biri. Hepsi birden ileri atılıyor: “Hayır beni, beni!” Andreas: “Ona ilk ‘efendim’ diyen bendim.” Petrus: “Benim düşlerime seninkinden daha çok giriyor.” Yahya: ”Bana ‘sevgili’ diyor.” Hepsi birden: “Bana da. Bana da!” Petrus: “Daha geçen gün: ‘Petrus sen kayasın, senin üstüne kuracağım Yeni Kudüs’ü.’ demedi mi bana?” Matta itiraz ediyor: “Yeni Kudüs’ü dememişti! Sözlerini deftere yazdım.” Petrus: “Ne demişti peki, yazıcı? Ben öyle duydum! Matta: “Dedi ki: ‘Sen Petrus’sun, ben bu kaya üstüne kuracağım kilisemi.’ Kilisemi, Yeni Kudüs’ü değil, arada büyük fark var!” Petrus pes etmiyor: “Başka ne vaat etmişti bana? Ne diye durdun? Devam etmek işine gelmiyor, değil mi? Anahtarlardan ne haber? Haydi, konuşsana!” Matta istemeye istemeye defterini alıp okudu: “Ve sana göklerin hâkimiyetinin anahtarlarını vereceğim… Yeryüzünde ne bağlarsan, gökte de bağlanacak; yeryüzünde ne çözersen, gökte de çözülecektir.” Petrus: “Dinleyin hepiniz, anahtarlar bende! Cennetin kapılarını açıp kapayacak olan benim. Sizleri ister içeri alırım, ister almam! Havariler çılgına döndüler, Beytanya’ya yaklaşmış olmasalardı, yumruk yumruğa girişeceklerdi. Köylülerin önünde utandıklarından, öfkelerini yuttular. Yüzleri hâlâ karanlıktı.” Söyleyin şimdi bana: Dinin tarihsel gerçekliğini kavramada romanın alternatifi var mı? Müslüman bir Kazancakis, neler yazardı acaba?

Kazancakis’in Matta’sı, Hz. İsa’ya dair tarihî ve teolojik bilgimizin mahiyetini dönüştürüyor. İsa, Matta’nın neler yazdığını merak ediyor ve defterini görmek istiyor: “Ne yazıyorsun?” Matta: “Efendimiz, burada senin hayatını ve işlerini anlatıyorum gelecek kuşaklar için.” İsa, defteri okumaya başlayınca, irkiliyor. Sonra kendini tutamayarak yere çarpıyor. “Baştanbaşa yalan! Yalan! Mesih’in mucizeye ihtiyacı yoktur. Kendisi mucizedir, başka mucizenin gereği yoktur. Ben Beytlehem’de değil, Nasıra’da doğdum. Beytlehem’e ayak basmadım ve hiçbir müneccim de hatırlamıyorum. Ömrümde Mısır’a gitmişliğim yok. Ya güvercinin sözleri için yazdıkların: ‘Bu benim sevgili oğlum,’ diyen ben vaftiz olduğumdaki o sözler. Kim sana söyledi? Ben kendim bile doğru dürüst işitemedim. Sen nereden buldun, sen ki orada yoktun?

“Melek söyledi bana,” diye cevap verir Matta. “Her gece geldiğinde elime kalemimi alırım. Kulağıma eğilir ve bana yazacaklarımı söyler.” Vahiy içinde vahiy. İnsanı tanrılaştıran, tenzih ilkesinden mahrum bir din, çoğul vahiy anlayışını da hazmetmeli, demek istiyor kurgu ustamız. Yahut ben öyle anlıyorum! Matta cesaretlenir: “Bazen meleği gördüğüm de oluyor, hep kulağımda sesi. Dudakları sağ kulağıma dokunuyor. Kanatlarının beni sardığını duyuyorum. Melek, beni bebek gibi kundaklıyor ve ben yazıyorum; hayır, yazmıyorum, onun söylediklerini kopya ediyorum. Bütün bu mucizeleri kendi başıma yazabilir miydim ki?” İsa susuyor. Eğilerek, yere atmış olduğu kâğıtları topluyor ve Matta’ya veriyor. “Melek ne yazdırıyorsa, yaz,” diyor. “Artık benim için geç…”

Evet, geç! Peygamberlik gerçeğine rağmen, din bir kişiye odaklı anlık bir olay değil, katılımlı bir süreç. Peygamberle başlıyor ama onlarla bitmiyor. Kendini ilahî elçiye oranlayan her ‘kahraman’, dine kendi düşsel gerçeğinden bir şey katıyor. Roman gibi, ‘hepimizin hikâyesi’ haline geliyor.

İsa’nın akıbeti ile “İkinci İsa” diyebileceğimiz Paul’ün ‘roman’tik hakikati gelecek aya kalıyor.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 29.sayısında yayınlanmıştır.