A. Yavuz Altun

“Yalnızca yazma tutkusuna bağlı ve bundan ötesinin nereye vardığını önemsemeyen yazarlık tutumu…” Semih Gümüş, İhsan Oktay Anar’ın yazınını böyle değerlendiriyor bir eleştiri yazısında. Her ne kadar eleştirmen bunu “çok arayıp sık bulamadığımız” bir tutum olarak nitelese de, bence bir övgü gibi de bir yergi gibi de okuyabiliriz.

Önce övgü gibi okumayı deneyeceğim.

İhsan Oktay Anar edebiyatını herhangi bir kalıba sokmak istediğinizde, Semih Gümüş’ün de değindiği üzere, duvara toslamak muhtemel. Zira Anar, kendine özgü bir biçimin zanaatkârı. Bu biçim, her şeyden evvel yazılı kültürün değil sözlü kültürün bir parçası. Semih Gümüş bunu “uyku ile uyanıklık arasındaki alacakaranlık” olarak işaretlemiş. Ne bir ‘ütopya yazarı’ gibi düşlerinden bahsediyor, ne de bir ‘tarihçi’ gibi geçmişin hikâyelerinden dem vuruyor. Fantastik edebiyat derdinde değil, tarihin bir dekor olmaktan çok bir karakter olarak içinde yer aldığı postmodern bir anlatı derdinde de değil.

Bu özgünlük, Puslu Kıtalar Atlası’nın ve diğer bütün romanlarının hammaddesi olan ‘ses’in karşılığı olarak var. Bu ses, yani sözlü kültürün parçası olarak düşlenmiş ama esasen metinlerarası bir hikâyenin anlatıcısı olarak hayli geç modern bir dönemin şekline bürünmüş olan ses, okuyucuyu her köşe başında terse yatırmak üzere kurgulanıyor aynı zamanda. İhsan Oktay Anar’a okuldayken ‘şakacı’ demeleri de bu sebeple.

Okuru kâh felsefenin bellli başlı meseleleriyle (Puslu Kıtalar Atlası’ndaki Rendekâr misal), kâh tarih öncesi efsanelerin bir deniz savaşının ortasında ete kemiğe bürünmesiyle (Âmât misal), kâh bir tarihî karakterin (Yedinci Gün’de Emile Zola’nın İdris Âmil Zula olarak zuhuru misal) durduk yere Cağaloğlu’nda, Eminönü’nde ya da bir Mevlevî tekkesinde (Suskunlar misal) belirmesiyle gıdıklıyor. Bu da meddahların hikâye anlatmasına benziyor.

‘Ses’ine daha ilk kitabında kavuşan, bu yönüyle de ne yaptığının hayli farkında olan İhsan Oktay Anar, hiçbir kitabında üstelik bu sesten vazgeçmiyor. 17., 18. ya da 19. yüzyıl İstanbul’unda, yahut bir deniz savaşı sırasında, zamanın ipini kopararak oradan buradan hikâyeleri (Yedi Uyurlar’ı misal) bir araya getiriyor. Çok sık işlediği meseleler de var. Ölümsüzlük, zamanda yolculuk, tanrı-yazarlık, kurmaca gerçek ilişkisi, kutsal metinler gibi postmodern çağdaşlarının da çok kullandığı temalarla uğraşıyor.

Ama bir modern anlatı peşinde koşmadığı için postmodern roman kalıplarına da uymuyor. Her şeyden evvel modern anlamda bir vaka kurmadan, zihnindeki hikâyeleri anlatmak istediği kadar anlatıyor. Bir karakter inşa etme işine girmiyor. Roman bittiğinde karakter, yazarın dünyasında bir düşe, yazar da bir başkasının düşlediği bir düşe dönüşüyor. Bu durumda, karakterlerin günlük koşuşturmaca içinde işledikleri az bir amel, onları bir ‘gölge oyunu’nda var etmeye yetiyor.

Yedinci Gün
İhsan Oktay Anar
İletişim Yayınları

Bu durumda İhsan Oktay Anar neden yazıyor? Bu soru bizleri başlangıca götürür ve “Elbette yazmak için yazıyor!” deriz. Nitekim Anar’ın uzunca bir süre hiçbir yerde görünmemesi, Yedinci Gün romanına kadar doğru düzgün kimseye röportaj bile vermemesi, ama gene de (1997 ile 2005 yılları arasındaki molayı saymazsak) okuyucusuyla muntazaman buluşması, İzmir’de çok eski atalarımız olan Antik Yunanlılar gibi herhangi bir aidiyete bulaşmadan ‘felsefeye sarması’ bu kanaati pekiştiriyor. Bunun gerçekten de ‘nadir’ bir durum olduğunu söylemem gerek.

Ancak bunun bir de yergi olarak okunabileceğini düşünüyorum.

İhsan Oktay Anar edebiyatını eğer bir şeye benzetmek isteseydim, meddahlık ve gölge oyunu göndermeleriyle anlatmak istediğim üzere, mizahtan yola çıkardım. Zira Anar’ın edebiyatında belirleyici olanın, ‘keyif’ olduğu kanısındayım. Bütün o bir araya gelmelerin, tarihin, felsefenin, tiplerin hâsılı kelimelerin parmaklarıyla işaret ettikleri o yer, bir karikatür ülkesi.

Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri
İhsan Oktay Anar
İletişim Yayınları

Tıpkı mizah dergilerindeki kargacık burgacık yazılarla ve çizgilerle kurulmuş dünyalar gibi Anar’ın dünyası da, zapzayıf bedeninde kocaman burunları olan, asimetrik gözleriyle dünyaya bakan tiplerin, yaşadıkları hep ölçüsüz bir abartının eteğine tutunmuş, bir hikâyeden çok bir fıkranın kahramanı olarak var olmalarına dayanıyor.

Bu yaradılıştan gelen zayıf varoluş, elbette Semih Gümüş’ün bahsettiği “uyku ile uyanıklık arası alacakaranlık” misali ne gündüz ne gece, ne hakikat ne hayal denilebilecek bir örgüye tekabül ediyor. Ki bu örgüyü, çoğu kez mizah hikâyelerinde, tek kareye koca bir dünya sıkıştırıveren karikatürlerin tarihle mavrayı, felsefeyle günlük hayatın kaba sabalığını, varla yoğu bir araya getiren ‘tekinsizliğinde’ de bulmak mümkün.

Karikatüre benzemek, edebiyatta her zaman ‘hafiflik’ anlamına gelmez. Baştan sona ‘parodi’ olarak kurgulanmış çok şahane eserler de vardır. Ancak İhsan Oktay Anar’ın “ne o ne de bu” diye tarif edebileceğimiz özgünlüğü, keyfe kederliği, “kendini ciddiye alan bir şaka” hüviyeti kazanmasına sebep oluyor.

Kitab-ül Hiyel
İhsan Oktay Onar
İletişim Yayınları

Bir başka edebî varlığa bağlanmıyor ama kendisi bütün edebî varlıklarla alay ediyor. Tarihe net bir itirazı yok ama zamanın orasından burasından katıp karıştırıyor masalında. Ölümsüzlük, kahramanlık, kurmaca, tanrı-yazar gibi meseleleri ise sadece biçimsel lezzetleri adına kurguya yediriyor. Haliyle karşımıza, “yazmak için yazan” bir hazcı çıkıyor. Bu fevkalade bir ‘lüks’.

Bu ‘tekinsizlik’ ve ‘lüks’ illa ki bir şeyleri çağrıştıracaksa, Antik Yunan’ı çağrıştırabilir. Ya da daha ‘yerli’ bir örnek vermek istersek, uyku mahmurluğuyla karışık bir İzmirlilik diyebiliriz buna.

Amat
İhsan Oktay Anar
İletişim Yayınları

Bu ‘ses’ ya da bu ‘ruh hâli’, en çok İhsan Oktay Anar’ın ısrarla devam ettirdiği Osmanlı Türkçesi ile Türkiye Türkçesi kırması olan dilinde kristalleşiyor. Galiz bir tabirle, etraftan ‘arakladığı’ – ki Picasso’nun dediği gibi gerçek sanatçı ‘çalar’ – hikâyeleri bozuma uğratmak ve bu bozuma uğratma işine orijinallik katmak için kullandığına ikna olduğum bu Anar’ca dil biçimi, yazarın edebiyatındaki en özgün icat. Semih Gümüş, ‘ada’ olarak niteliyor bu dili. Evet, hiçbir kara parçasıyla bağlantısı olmayan ve o oranda ‘güvenli’ bir ada. (Gümüş’ün bu edebiyata en büyük itirazı dil üzerinden ayrıca.)

Peki, bu kötü bir şey midir? Elbette değil.

Galîz Kahraman
İhsan Oktay Anar
İletişim Yayınları

Yıllar evvel, büyüdüğüm şehrin adamakıllı tek kitapçısına girdiğimde elime tutuşturulduğu günden beridir İhsan Oktay Anar’ın yeni kitap çıkarmasını iPhone’un yeni modeline kavuşmayı kuyrukta bekler gibi bekliyorum. Üstelik Yedinci Gün’ü okuduktan sonra, bir daha böyle aceleci olmam zannedip Galiz Kahraman’ı bir koşu alıp su içer gibi içtiğimi de not edeyim.

Suskunlar
İhsan Oktay Anar
İletişim Yayınları

Ama benim bile kabul etmem gereken husus şu: İhsan Oktay Anar, Ege açıklarında nezih bir ‘ada’dır. Yılda birkaç günü orada geçirmek ‘ruhumu havalandırmak’ gibidir, çok şey katar. Mizah dergileriyle otobüste kaçamak yapmaktır bazen. Yazı âleminin sırlarını merak edenler için orada, efsanelerin ve masalların özünden yapılma bir zanaatkâr vardır. Muntazaman ziyaret ediniz, hayır duasını alınız.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 9.sayısında yayınlanmıştır.