Sercan Zorbozan

Her şer ardından bir hayır getirir derler. Bazı ölümler kutlu doğumlara, bazı savaşlar perçinleşmiş barışlara vesile olabilir. Edebiyatta da durum böyle. İkinci Dünya Savaşı’nın insan zihninde yarattığı şok ve dehşet algısı, ruhun ve psikolojinin en ince damarlarına kadar giren, Homo Faber’i yani yapan insanı, kendisiyle ve yol açtığı hadiselerle hesaplaşmak zorunda bırakan nitelikli romanların yazılmasına kapı açtı. Heinrich Böll, Jean-Paul Sartre, Thomas Mann, Stefan Zweig gibi büyük yazarlar, kaleme aldıkları ölümsüz eserlerini bir bakıma, savaşın enkazını eşeledikten sonra bulduklarını, kuyumcu titizliğiyle işleyerek insanlığa amme malı olarak sunmalarına borçlular.

Savaş, eski bir röntgen ve istihbarat terimi olan “Baryum Yemeği”ne çok benzer. Bünyeye zerk edildikten sonra ruhun, zihnin, fikrin ve ideolojinin tüm olumlu-olumsuz yönlerini açığa çıkartır. İçimizde saklı olan barbarlığın artıklarını yahut henüz farkına varmadığımız asaleti, çatışma ortamı, iyot gibi ortaya dökebilir. Şöyle düşünelim: Eşimizle, babamızla, kız arkadaşımızla, patronumuzla, kıyasıya bir kavgaya tutuştuğumuzda hem karşımızdakinin hem kendimizin, sıradan bir günde rastlasak hayret edeceğimiz tavırlarını gördüğümüzde aslında içten içe, “Ben biliyordum!” deriz değil mi? Bu durumu tankları, tüfekleri, uçakları olan ve birbirleriyle ezeli-ebedi müttefiklik antlaşmaları imzalayan ülkelere uyarlayalım. Değişen hiçbir şey olmayacak.

Kavga, çatışma, savaş. İnsanın kendini şoka uğrayarak ve çökerek tanımasının maalesef ki en kestirme yolu. Arnavut romancı İsmail Kadere, “Ölü Ordunun Generali” isimli anıt romanında işte bu tanışmayı bir generalin gözünden anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda Arnavutluk işgalinde hayatlarını kaybeden askerlerin –hangi ülkenin askerleri oldukları belirtilmiyor- kemiklerini vatana götürmek üzere ülkeye gelen bir general, toprağın altında kaybolmaya yüz tutmuş cenazelerin izini sürerken aslında savaşın insan ruhunda nasıl büyük travmalar yarattığına da gözleriyle şahit oluyor. Ölen askerlerin not defterlerindeki sayfalar, “Korkusuz kahramanlar!” denilerek göklere çıkartılan gencecik çocukların hepi topu birer çocuk olduklarını, çocuk gibi korktuklarını, hemen yanlarında ölen arkadaşlarının cesetlerine bakarak ölümün en şiddetli yüzüyle acımasızca yüzleştiklerini okurun yüzüne tokat gibi indiriyor.

“Çukur çok derin olsun istiyordum, kendisi öyle istemişti çünkü. Derdi ki bana, yanında ölecek olursam beni elinden geldiğince derine göm. Geçenlerde Tepedelen’de olduğu gibi çakallar, köpekler cesedimi bulsunlar istemem.”

Kadere’ye bu satırları yazdıran, Ölü Ordunun Generali’ni toprağın derinliklerinde yatan kemiklerin peşine salan, bu hisleri depreştiren korkuların savaş sırasında açığa çıkmasıdır sanırım. Ölü orduların üzerinde yükselen savaşlar, Kadere gibi onlarca yazarın zihnini, korkuların, paranoyaların, histerinin esir aldığı insanları incelemeye yöneltti. Ölü Ordunun Generali’de bu alanda bir klasik olarak dünya edebiyatındaki yerini aldı.

babilcomdanalabilirsiniz

İsmail Kadere – Ölü Ordunun Generali
Kyrhos Yayınları, 2009