Röportaj: Yağız Gönüler

Ercan Kesal, bu coğrafyanın unutulmaması gereken sırlarını tutan bir ruh, bir hatırlatıcı. Hekimliğiyle, yazarlığıyla, oyunculuğuyla; Anadolu insanının vicdanını ve merhametini temsil etmeyi sürdürüyor. Kitaplarıyla ruhlara dokunuyor, kalpleri sızlatıyor. Hangi insanın bir hikâyesi varsa, orada muhakkak bulunuyor. Hem hayata hem edebiyata dair konuştuk Ercan ağabeyle…

Peri Gazozu, Nasipse Adayız, Cin Aynası, Zamanın İzinde… Hekimliğinin yanı sıra yazarlık, oyunculuk, senaristlik gibi birçok alanda gönüllerde derin bir yer bırakan Ercan Kesal’la söyleştik. Hayattan, okumaktan ve yazmaktan konuştuk. Hepsinin vicdan sahibi olmakla ilişkili olduğu konusunda mutabık kaldık. İnsanlığı güzelliğe kavuşturacak yegâne şeyin anlatmak ve dinlemek olduğunu yeniden hissettik. Sözü fazla yormadan, buyurun…

Hekimlik, yazarlık, senaristlik, oyunculuk… İnsanın şifası insandadır sözünü tüm unvanlarınızda taşıyor gibisiniz. Biz bu düşünceyle sahiden birilerine şifa olabilir miyiz?

Önce kendimize şifa olmalıyız, yapabilirsek eğer! Kendimizle olan meselemiz çok mühim. Bunun için de: “Nosce te ipsum.” Delphi tapınağının girişindeki yazı: “Kendini bil!” En az bildiğimiz, hep kandırdığımız, en az faydamız olan, en çok haksızlık ettiğimiz, hala keşfedilmemiş ve keşfedilmeyi bekleyen son ada, kendimiz… Kendi hikayesini bilmeyen başkasının hikayesini ne anlar ne de anlatabilir. Kendi yarasına merhem bulamayan başkasına ne yapabilir, yalan söylemekten başka. Dönüp her seferinde eğilip baktığımız, içimizdeki derin uçurumdan başkası değil. Kendi şifamız başkasına şifadır, emin ol. Hekimlikteki temel kural geldi aklıma: “Önce zarar verme!” Başkalarına “önce zarar verme” kuralını unutmayarak davranmalıyız. Birbirimizin hayatlarının içindeyiz ve çoğu zaman bilmeden o kadar çok zarar veriyoruz ki! Bundan vazgeçmek, bunun farkında olmak bile yeter. Şimdilik…

Yaptığınız her işte beslendiğiniz kaynaklar, ilham aldığınız şeyler mutlaka farklıdır. Peki en çok ilham aldığınız alan hangisi? Okumak mı, izlemek mi, yazmak mı…

Okumak galiba. Başkalarının deneyimlediği, süzdüğü, nihayet yazmaya karar verdiği şeyler sanki berceste mısra gibi geliyor bana. “Kişi kendi gibi bilir işi” demişler. Bu yüzden anneme benziyorum daha çok. O da evde, yolda olmadık yerlerde bulduğu, üzerinde yazı olan kağıtlara musaf muamelesi yapardı. Öpüp koyardı bir yerlere. Yazılı olan her şey bugünden yarına bırakılan bir emanet gibi. Çok kıymetli bir miras. Başka bir şey kalmayacak bizden sonrasına. Hiç bir zaman sahip olamayacağımız tek şey zaman, gerçekte sahip olabileceğimiz tek şey de sanki yazıp çizdiğimiz, yapıp ettiğimiz şeyler.

Bir hikâyesi olan her şeye talip gibisiniz. Nedir bir hikâyesi olmak ve insana neler kazandırır?

Bazen korkup bekleyerek dönüp baktığım bir iştahım var hayata karşı. Bu son dönemlerde engellenemez bir gayrete ve telaşa da dönüştü. Belki de zamanın daraldığını daha somut hissetmeye başladım. Bir daha provasının olmadığını bildiğim bir süreyi anlamlı ve kendime saygı duyarak doldurmaya çalışıyorum. Bana kazandırdığı şey kendimden memnun olmak. En zor olan!

Kendimizi ya her şeye kapatıyoruz ya da fazlasıyla açıyoruz. Sanki bir terazimiz varmış da onu kaybetmiş gibiyiz. Siz Anadolu vurgusunu çokça yapıyorsunuz. Bizim terazimiz miydi Anadolu?

Terazi hafızamızdır. Subjektiftir. Adalet gibi. Temsil ettiği şey de adalettir ya. Adaletsizliği biliriz de adaleti somut bir biçimde tarif edemeyiz. Adalet süreklilik arz eden bir şeydir; bellektir, vicdandır. Yaşananlarla, öğrendiklerimizle birikir, zenginleşir. Yeryüzü coğrafyasında biriktirdikleri, hafızası ve tecrübesiyle bunun en güçlü yaşandığı yer Anadolu’dur. Şanslıyız bu yüzden. Şahidiz bir çok şeye. Hem mağduru hem zalimiyiz. Ama öznesiyiz. Vakanüvisi ve kahramanıyız.

Ercan-kesal2

Anadolu insanıyla metropol insanı arasındaki farklar, neleri yeniden konuşmamız gerektiğini ya da nelerin üzerine yeniden eğilmemiz gerektiğini söylüyor sizce?

Metropolün empoze ettiklerinin tersine, Anadolu kaybettiklerimizi hatırlatıyor sürekli. Anadolu bizim panzehirimiz. Metropol günü yakalamayı, Anadolu geçmişe bağlanmayı öğütlüyor. Metropol açık ve direkt cümlelelerle konuşurken Anadolu imalarla, teşbihlerle anlatıyor derdini. Metropolün hiç bir şey için yeterli zamanı yok, Anadolu zamanın bizatihi kendisi. Metropol insanı dünyayla kavga ederek onu dize getireceğini zannediyor, Anadolu dünyanın bir parçası ve dostu.

Goethe, “Bir yerde, bir noktada duramaman / seni büyük yapan da bu değil mi?” demiş. Birçok alanda çalışmak, sizce kendinize ve yaptıklarınıza daha mı fazla değer katıyor?

Yaptığım şeyler birbirine değer katıyor. Ben onlarla müsemma olduğum için öyle gözüküyor. “Ben” bir başkasıdır çünkü. Ama, kıymetli bir şeydir, gözümüz gibi bakmalıyız ona.

“İnsanın muhakkak bir mesleği, bir de meşgalesi olmalı.” demiş Süheyl Ünver. Hekimlik sizin mesleğiniz. Peki en çok özümsediğiniz alan, yani asıl meşgaleniz nedir?

İyi insan omak. Yeryüzü sofrasının bir ucunda yerimi almak. Arkamda iyi şeyler bırakmak. İyi bir baba, iyi bir dost ve iyi bir adam olarak anılmak.

Yazmak çok büyük ve çok cesurca bir eylem. Onu harekete geçiren eylemlerden biri de hiç şüphesiz okumak. Sizin okuma serüveniniz nasıl başladı ve yazmaya nasıl dönüştü?

Çocukluk. Yoksunluk. Kitap cennetini keşfetmek. Bu dünyada yaşadıklarımın (ya da yaşatılanların) dışında başka bir gerçekliğin de olabileceğini fark etmekle başladı ve yazmaya dönüştü.

Okuduğunuz eserler arasında ya da kitaplığınızda hangi tür eserler daha çok yer kaplıyor? Ne okumayı daha çok seviyorsunuz?

Günce, seyahatname, anılar, otobiyografiler. Küçük hikayeler, darb-ı meseller. Psikoloji ve antropoloji metinleri. Bir de şiir elbette.

“Teknenin Ölümü” şiirinde Melih Cevdet Anday, “Ah yalnızlığın gömük kapıları / bir yağmuru dinlercesine bütün / anları içiçe bilirim” demiş. Yalnız kalmak, anları bilmek noktasında insanı zenginleştiren bir şey midir? Siz bunca yoğunluğunuz içinde yalnız kalabiliyor musunuz?

Anday’a koşulsuzca katılırım. Geceleri tavsiye ederim. Uykusuzluk. Geceler sadece evinizin değil tüm yeryüzünün siz ait olduğu anlardır. En azından ben öyle yaşıyorum.

Masallar, hikâyeler, efsaneler, rivayetler, mâniler, şiirler… Biz bir hafıza toplumuyduk, anı biriktirirdik. Mektuplarımızı saklamamızın arkasında bile yaşadıklarımızı unutmamak vardı. Yaşadıklarımızla devam etme gücü. Ne oldu da her şeyi kolayca unutabilen, hafızasız bir “gösteri toplumu”na dönüştük?

Tüm dünyaya ait bir mesele. Kapitalizm denen hastalıklı düzenin tezahürleri. Tüm dünya tek bir pazar ve insan sadece tüketici. Hakları da artık insan hakları değil tüketici hakları. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen insanlar haline geldik. Bireyin görev ve sorumlukları da ödediği vergi kadar. İhtiyacı yok hafızaya ve biriktirmeye, çünkü hiçbir kıymeti kalmadı(!)

Siz kendinizi “Anadolu’nun sır kâtibi” olarak nitelendiriyorsunuz. Yazarken ya da oynarken bu sırlardan yararlanıyor musunuz?

Hekimlikle ilgili bir tanımdı o. Hastanızı dinlerken sır kâtibi gibi davranmak zorundasınız. Ama dinledikleriniz de mutlaka gelip oturuyor içinizde bir yerlere. Bu yüzden bir çeşit iyi dinleme sanatı olana hekimlik sanatı yazan çizen insanlar için bir şanstır. Tefekküre, deneyimlemenize, karşılaştırmalar yapmanıza fırsat verir.

Franz Kafka, “Sinema göze üniforma giydirir” demişAslında adlı söyleşi kitabınızdan Lütfi Akad’ın sinemadaki zoom özelliğini ahlâkî bulmadığı için sevmediğini öğreniyoruz. Kafka’nın sözüyle Akad’ın düşüncesi, gerçekçiliğin beyaz perdeye yansıyan tarafında nasıl ifade kazanabilir ya da kazanmalıdır?

Sinema ya da edebiyat; ne yaparsak yapalım eninde sonunda yaptığımız her şey özneldir. Sinemada bizim seyrettiğimiz dünya yönetmenin dünyasıdır ve onun zaviyesinden, onun gösterdiği kadarını görebiliriz. Soru şu: “Bu işin sonunda seyrettiklerimiz duygularımız harekete geçirebiliyor mu, bizi değiştirip dönüştürebiliyor mu?” Yönetmenin kendi yolculuğunun bizde bıraktıklarından söz ediyorum. Gerçeklik onun öznelliğidir çünkü. Lütfi Bey zoom konusunda ahlaki davranıp kendi gördüğünü dayatmıyor seyirciye ve ona düşünmesi için alan bırakıyor.

Önümüze her yerden bilgi yağıyor. İnternetten, cepten, televizyondan ve hatta çevremizden. Hakiki bilgiye ulaşmak gittikçe zorlaşıyor. Hakikatle aramızdaki mesafe açılıyor. Bu mesafeyi kapatmak konusunda yaşamı ve bilgiyi nasıl bir araya getirmeliyiz sizce?

Bilgeliğe sarılmalı. Sezilere dayanmalı. Yeniden, çok iyi bildiğimizi zannettiğimiz şeyleri, peşinen kabul ettiğimiz olguları cesaretle tartışmalıyız. Bilgelikle kuşanmayan bilginin soğuk, duyguları hiçe sayan, insana yabancı bir niteliği olduğunu düşünüyorum. Özellikle aydınlanmayla birlikte insanlık ileri bir uygarlık düzeyine ulaşarak bütün kötülüklerden azade müreffeh, barış içinde toplumların yaşadığı bir gezegen hayal etmişti ama olmadı işte! Bu olmadıysa doğru kabul ettiklerimizde bir şey var demektir. Dönüp, yeniden onlara bakalım.

Son röportajlarınızdan birinde, “Çaresizlik ve yalnızlığın sonunda ortaya çıkan hiçlik duygusunun bir panzehri var, o da sanat.” diyorsunuz. Sanat, yaşamımızda nelere çare olabilir?

Dünyaya katlanabilmemize vesile oluyor, o kadar.

Sizin de çok sevdiğinizi bildiğimiz Andrey Tarkovski, “Sanat bir tür duadır.” diyor. Sanatçı sadece kendisi için değil, toplumu için de dua eden biridir öyle değil mi?

Dua değil de “yakarış!” İçinde çaresizlik ve yalnızlık da var.

Zamanın İzinde adlı kitabınızı okurken şunu görüyoruz. Birçok isme, birçok hayata dâhil olmuşsunuz. Herkese nasip olması mümkün değil böyle bir şeyin. Sizce bu neden kaynaklanıyor?

Başta da söylediğim gibi, bazen benim de şaşırarak baktığım bitmeyen bir hayat iştahı.

Usta yönetmen Metin Erksan’la tanıştınız, görüştünüz, uzun sohbetler ettiniz. Hatta kitaplığından kolay kolay kitap vermeyen Erksan’ın size bir kitap verdiğini de anlattınız. Burada da o anınızı paylaşmak ister misiniz?

Metin Abi okunup geri getirmek üzere ödünç kitap vermeyi hiç sevmezdi. Bir gün; ilk dönem Türk sineması üzerine sorduğum sorulardan bunalmış olacak, “Bak doktor bu kitaptan iki tane var, birisini sana veriyorum, oku, sende kalsın.” diyerek pek kalın sayılmayacak bir kitap verdi. Kapağında birtakım soluk fotoğrafların yer aldığı bir kitaptı bu: Hatıralar, Cemil Filmer. Sinemaya 65 yılını veren, Halide Edip’in meşhur “Sultan Ahmet Mitingi”ni filme alan, yaşamı boyunca 33 sinema kuran ve işleten bir adamdır Cemil Filmer. Kişisel tarihi sanki Türkiye sinemasının kuruluş ve gelişme tarihi gibidir.

Kütüphanemin en kıymetli kitaplarından biri olacağını hiç düşünmemiştim Erksan’dan bu kitabı aldığımda!

Baba olmak, yaşantınızın ve sanatınızın çevresinde nerede duruyor? Size neler katıyor?

Baba olmak büyümektir. Kendi psikolojik sürecinde bir halkayı kapatmak, yenisini açmaktır. Ama çocuk kendi başına bir birey ve o da kendi yolculuğuyla müsemma, baba olmaksa çok öznel bir şey.

Nitelikli okuyucu olma yolunda, tüm okuyuculara neler tavsiye edersiniz?

Ne okurlarsa okusunlar, okumayı bir eylem gibi yapmalılar. Not tutarak, çalışarak, masa başında…

Şiirin yaşam öykünüzde ne kadar derin ve önemli bir yerde durduğunu biliyorum. Fotoğraflarınız da var o güzel şairlerle birlikte. Ahmet Erhan, Behçet Aysan, Adnan Özer. Biraz şiire dair konuşalım. Mesela ilk şiirinizi ne zamanyazdınız, kimin şiirlerini okumayı seversiniz?

Ahmet, Behçet, Adnan… Hepsi de çok kıymetli ve arkadaşları olabildiğim için kendimi şanslı addettiğim insanlardır. Bu arada Adnanlarımız çoktur. Adnan Azar’ı yakın zamanda; Adnan Satıcı ve Adnan Yücel’i daha önceden kaybettik. Edebiyatla ilk temasım okumaktır elbette ama yazma eylemi galiba şiirle başladı. Yayımlanmış ilk şiirim 1982’de İzmir’de çıkan Dönem dergisindeki “İzmir Akşamları” şiiridir.

Hilafsız, ulaşabildiğim, rastladığım tüm şiirleri merak ve heyecanla okurum. Ahmet Erhan, Behçet Aysan, Adnan Azar, Akif Kurtuluş, Adnan Özer, Haydar Ergülen arkadaşlarım olmanın ötesinde şiirlerini de çok sevdiğim şairlerdir. Ergin Günçe, Turgut Uyar ve Edip Cansever hep masamın bir ucundadırlar ama!

Bauman’ın deyimiyle “akışkan modern” zamanlarda şiirin insan hayatındaki yeri nedir?

Sanatın ve edebiyatın yeri neyse o! Hayatı daha katlanılır hale getiriyorlar ve galiba insanı ölüme hazırlıyorlar.

Sinematografik şiir dendiğinde aklımıza ilk gelen isim Attilâ İlhan. Onun şiirlerini okurken sanki dönem belgeseli izler gibi oluruz. Siyasi, gergin ve daima aktif. Attilâ İlhan şiiri hakkında neler söylemek istersiniz?

Attilâ İlhan sinemacıdır zaten. Ali Kaptanoğlu imzalı tüm senaryolar onundur. Senarist kimliği şiirleri dahil tüm yazdıklarını etkilemiş ve eserlerine her zaman bir sinema duygusu sirayet etmiştir. Şiirine dair tartışmasız söyleyebileceğim bir tespit: Attilâ İlhan şiiri okuyup da onu ezberlemek istemeyen pek az insan vardır!

Şairlere dair biyografik eserler okurken dikkatimi çekmişti. Attilâ İlhan muhakkak günde bir sayfa da olsa yazmak için çabalıyormuş. Bunu bir görev hâline getirmek ne derece doğru bilmiyorum ama pratiklik anlamında ciddi bir çaba. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Görevden daha çok bir “disiplin” olarak görüyorum bunu. Takdir ediyorum ve heyecanla öneriyorum. Kendime de! Keşke yazmaya daha çok vakit ayırabilsem. Düzenli ve ısrarla sürdürsem bunu. İlham perisi kimseye ebedi bir olgunluk bahşetmez, aslolan emektir.

Sizin baba olmakla ilgili bir ifadeniz var. “Hem ölebilirim artık diyorsunuz çocuğum var, hem de dur biraz daha yaşayayım bu dünyada çünkü çocuğum var diyorsunuz.” şeklinde. Bu sözünüz aklıma Attilâ İlhan’ın “Aysel Git Başımdan” şiirindeki bir dizesini getirdi: “Ya ölmek ustalığını kazanırsın / ya korku biriktirmek yetisini” demiş şair. Ben de naçizane, babalığı böyle görüyorum. Ustalığı muhakkak var, ama korkusu da var. Turgut Uyar da bildiğiniz gibi “korku ustalık” tabirini kullanır. O zaman çocuk ve şiir üzerine sormak isterim, Poyraz’a şiir okuyor musunuz, şiirle münasebeti var mı?

Poyraz on bir yaşını yeni doldurdu. Büyüyor ve kendi yolculuğunu sürdürüyor. Şimdilerde basketbol tutkusu her şeyin önünde. Şiirler okuyup, şiirler yazacağı günleri de görürüm umarım.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 30.sayısında yayınlanmıştır.