Mehmed Ali Çalışkan

Bir kitabın en heyecanlı yerindeyken, küçük kızımın kendisiyle ilgilenmem için ısrar ettiğini hatırlıyorum. Yarım kalmasın diye sayfayı bitirmeye çalışıyordum. Elime bir ayraç tutuşturdu, sayfayı katlamaktan çekineceğimi biliyor gibiydi. Kitabı özenle kapatıp masanın üzerine bırakırken, bu huşu dolu eylemden zorla koparılmış olmanın verdiği sıkıntıyı yüzümde görmüş olacak ki “kitap mı önemli ben mi?” diye sordu. Okumayı seven, kazancının önemli bir kısmını kitap satın almaya harcayan, bunları biriktiren, ve evde gittikçe daha fazla yer kaplayan kütüphanelerini hayatının özenli bir parçası haline getiren kitap düşkünlerine etrafındaki sevdikleri bu soruyu hep yöneltir. “Yok kızım”, dedim, “hiçbir şey senden daha kıymetli değildir”.

Bu sıralar kitaplarımı yerleştirdiğim rafların karşısına geçtiğimde, geçenlerde okuduğum ve trajik bir hikayesi olan o kitabı ve hikayesini düşünmeden edemiyorum. Londra’da yolda yürürken, tüm dikkatini elinde bulunan Dickinson’un Şiirler kitabına verdiği bir anda kendisine gelen arabayı fark etmediği için trafik kazasında ölen Bluma ile başlıyordu Domiguez’in Kağıt Ev adlı kitabı. Kaç dakikada okumuştum hatırlamıyorum ama yüz sayfayı geçmeyen ufacık cüssesiyle kitaplara düşkün herkesin ruhuna ağır bir yük bırakıp gidiyordu.


Kağıt Ev
Carlos Maria Dominguez
Çevirmen: Seda Ersavcı
Jaguar Kitap

Kitap, kitaplara düşkün olan insanların onları biriktirmek için hayatlarını feda etmeleriyle ilgiliydi. Biriktirmeye ben de meraklıyım, ama biriktirme deyince gençliğimde uzun yıllar boyunca özenle biriktirdiğim film koleksiyonumla ilgili bir günde ruhuma sinen o hain yabancılaşmayı hatırlarım ve yılların birikimine ihanet edip filmleri birkaç günde dağıttığımı. Şimdi çocuklarım için biriktirmekle avunduğum, okusam da okumasam da değerli bulduğum her kitabı raflarına özenle yerleştirdiğim kütüphanemin karşısında dururken koleksiyonculara has o bağlanmadan kaçınmam gerektiğini hep bilirim, yine koleksiyonculara has o muhtemel yabancılaşmadan korktuğum için belki. O yabancılaşma, bir kibritin koca bir samanlığı bir anda tutuşturabilmesi gibi, içinize düştüğü kısacık bir anda koca kütüphaneyi gözden çıkarmanıza yetecek kadar sizi rahatsız edecektir.

İnsanı nesnelere bağlayan o bağ ve bazen o bağın hızla çözülüp kadim bir aşinalık hissinin yeni bir yabancılıkla yer değiştirebilmesi üzerine çok düşündüm. Önemli olan koleksiyonumuz mu, yoksa onu biriktirirken geçirdiğimiz zamana kattığımız işçilik mi? Örneğin bir kitap koleksiyonu; bir kere okuduktan sonra kapağını hiç açmadan şu en üst rafta senelerce tutacağımız o kitap mı bizim için önemli olan, yoksa o kitabı alırken, okurken, raftaki yerine yerleştirirken kendi bireysel tarihimize kattığımız o biricik tecrübe mi? Kitap gerçekten kendini mi bizi mi temsil ediyor, yani rafta o kibirli imtiyazlı dokunulmaz yerini sırf bizim tecrübemizin bir şahidi olduğu için mi koruyor, bu binlerce kitabın tıpkı diğer yüzlerce bir örnek nüshaları gibi kendilerinden menkul hiçbir kıymetleri yok mu?

Bu koleksiyoncu yabancılaşmasıyla ilgili sorular ara ara zihnimi meşgul ederken Kağıt Ev’le karşılaşmıştım. Biraz evvel yukarda bahsettiğin trajik bir hüzün yükü okuduğumuzda kitaptan sırtımıza biniyordu evet, ama aslında bir yandan da nesnelerimizle kurduğumuz o ilişkide bizi rahatlatabilecek, koleksiyonerin biriktirme hırsıyla dolu o uykusuz gecelerini feraha çıkarabilecek bir olay örgüsü de içeriyordu.

Kitap trafik kazasında ölen edebiyat profesörü Bluma ile başlıyordu ama olaylar aslında Uruguay’dan İngiltere’ye gelen başka bir kitabın etrafında dönüyordu. Hikayeyi bize Bluma’nın üniversitedeki görevini devralan iş arkadaşı anlatıyordu, mevzubahis kitap Bluma’ya gönderildiği için bu zarf ile ilgilenmek onu yerine geçen yazarımıza kalmıştı.

Zarfın içinden kurumuş çimento ve beton kalıntılarına bulanmış, yıpranmış, sayfaları yer yer birbirine karışmış çıkan tozlu bir kitap… Öylesine bir kitap ne kadar önemlidir ki ve kim bir kitabın gönderilme hikayesinin peşine düşer, tek gecede kurulmuş bir gönül bağının Uruguay ile İngiltere arasında posta yoluyla taşıdığı tozlu kitabın hikayesini sizin okumanıza bırakayım. Ben size biraz kitabın uzayından bahsedeyim, kendi devasa kütüphanelerini biriktiren koleksiyonerlerin dünyasında tek bir kitap için harcanan onca para ve emeği, o kütüphanelerin eşe dosta karşı bir gururlanma vesilesi olarak kullanılması, koleksiyonerin kendi kendisiyle yarışması gibi onlarca bilindik takıntılı haller. Kitaplarla geçirilen uzun vakitlerin, hatta bazen birkaç yıl işsiz kalmayı göze alıp kendisini sadece kitaplarla kalabalık insanca ıssız evindeki o mabette okumaya adayan kitap aşıklarının hikayelerine zaten birçok yerde rastladık. Bu kitabı farklı kılan, uğruna ömrünü feda ettiği kütüphanesine bir insanın bakışını değiştiren o kritik anlar hakkında bize mükemmel başka bir hikâye anlatıyor olması.

Carlos Brauer tıpkı diğer koleksiyonerler gibi kitaplarına âşık bir adamdır, diğerlerinden farklı olarak kitaplarıyla daha organik bir ilişki kurar, onlar üzerine yazmak ve çizmekten kaçınmaz, kitaplarda iz bırakmayı sever. Kütüphanesini herkesten farklı olarak tasnif eder, örneğin yazarları kavgalı kitapları aynı rafa koymaz, okuma serüveninde bir kitap kendisine başka bir kitaba götürmüş ise bunları yan yana koyar. Kırılma noktası ise Brauer’in zamanla kitaplarına bakışının değişmesi ve artık kütüphanesini gözden çıkarmasıdır. Deniz kenarında bir arsa alır ve orda tuğla yerine kitapları kullanarak tahmin ettiğimizden daha sağlam bir ev inşa eder. Düşünsenize böyle bir eve baktığınızı, şurda duvarın bir tarafında Kafka ile Spinoza çimentolu harç ile birbirine tutunmuş iken belki bu tarafında bir Don Kişot kitabı ile Victor Hugo’nın bir kitabı evi ayakta tutuyordu.

Kitaplar inzivamızın bir parçasıdırlar değil mi, Brauer’in tüm kitapları da artık ona kelimenin gerçek anlamıyla bir inziva köşesi vermişti, duvarlarının içi kitap dolu güzel bir sahil evi, delilik sınırlarında gezen bu adamın insanlardan kaçıp “kitaplara sığındığı” yeni mabediydi, kitaplar belki yanındaydı ama artık hayatına farklı bir şekilde katkı veriyorlardı. Bir konferansta tanıştığı ve ortak bir geceyi paylaştığı Buluma’nın bu delilikte bir etkisi var mı tam bilemiyoruz, ama Bluma onda derin bir iz bırakmış olacak ki, onun küçük bir isteği için kitaplardan kurduğu bu evi yine bir kaç saatte balyozla delik deşik edecekti.

Brauer gerçek bir koleksiyonerdi, çünkü bir koleksiyonu inşa ederken topladığı şeyin kitaplar değil kendi benliğinin parçaları olduğunu biliyordu. Kitaplardan çok kolay vazgeçebildi, gerçekten delirdi mi, yoksa kendi hırsına esaslı bir ders vermek veya içlerinde bir kaç bin dolarlık nadide eserlerin olduğu koleksiyonunu hayatının istediği yerinde konumlandırma hakkını kendisine göstermek için mi yaptı bunu? Kimbilir. Ama Bluma, belli ki çok hoş bir kadındı, Brauer, onunla ortak tarihi sadece bir günle sınırlı iken, tüm ömrünü paylaştığı kitaplarını onun için gözden çıkardı. Kitapta tarif edilen o sahneyi düşünüyorum. Brauer elinde kitapla Bluma’nın isteğini yerine getirdiğini düşünerek geçmişini temsil eden eve arkasını dönmüş, sahilden esen rüzgarı ve evi arkada virane bırakarak, gururla ve bir delinin yorgunluğuyla uzaklaşıyor.

Şimdi kızıma kitaplarımdan daha önemli olduğunu söylerken kurduğum o sıradan sevgi cümlesini bu hikayeye bağlıyorum ve sevdiği insanı sahip olduğu nesnelerden daha değerli gören Brauer’i çok iyi anlıyorum. Eğer ömrünüzü bir koleksiyona adadığınızda gerçekte kendinizi biriktirmiş iseniz, onu arkada bırakıp kendinize yürümeniz çok daha kolay olacaktır. İnsanın biriktirdiği en güzel şey kendisi olmalı… 

Arka Kapak dergisi 19. sayı