Yağız Gönüler

Attilâ İlhan bu dünyaya şapkasıyla son selâmını vereli 13 yıl oldu. Hemen aklıma Ümit Yaşar Oğuzcan’ın bir Attilâ İlhan yazısı geliyor. Uzun uzun eleştirmiş, kimi zaman korkunç biçimde yerin dibine sokmuş. O kadar ilginçtir ki bu yazının tamamına Korkunun Krallığı’nda yer verilmiş. “Meraklısına” diye de not düşülmüş. Şiirin ve şairin yüce gönüllülüğü buradan geliyor. İşte bu bahsettiğim yazıda Ümit Yaşar şöyle yazmış: “Attilâ İlhan çok cepheli, fakat durulmamış bir şairdir. Durulmasını beklemek de kanaatimce boş olur, o daima böyle bozbulanık akmaya devam edecek ve bir gün cılız bir nehir gibi yatağında kuruyup gidecektir.” (Hisar, Ekim 1954)


Korkunun Krallığı
Attila İlhan
İş Bankası Kültür Yayınları

Nitekim Ümit Yaşar, romanlarını daha başarılı bulur İlhan’ın. Şiiri bırakmasını telkin edecek kadar da ileriye gider. İleriye diyorum çünkü bu “ağır” eleştirisi pek ciddiye alınmamış, Ümit Yaşar’ın ruhî rüzgârlarının bitmek bilmemesine verilmiştir. Mesela şiirimizin yılmaz eleştirmenlerinden Nurullah Ataç ise şunları yazmıştır İlhan için: “Attilâ İlhan’ın ozansılıktan günden güne kurtulacağını, dilini daha yalınlaştırıp günden güne olgunlaştıracağını, belki de büyük koçaklamalar (destanlar) yazmağa özeneceğini sanıyorum. Şimdiden şunu söyleyebiliriz: Onda öyle işlere girişeceğini, girişince de başaracağını umduran bir güç seziliyor, erkekçe bir ses duyuluyor. Yeni ozanlarımızın iyilerinden biri diye sayabiliriz.” (“Ulus”, 17 Şubat 1948)

Muzaffer Erdost ise yazısında bazen “dost acı söyler”, bazen de “yiğidi öldür hakkını yeme” tavrıyla yaklaşmıştır ona lakin sonu oldukça ilginç ve gerçeğe yakın olandır: “Duygu ile şiir Attilâ İlhan’da ayrı ayrı gelişmiştir. Bu, Attilâ İlhan’daki derinliğine ve bütünlüğüne yaygın olan özentilerinin şiirinde neticelenişidir. Böyle olduğu içindir ki, şiirinin eskiyişini, Attilâ İlhan kendi şiirinde göremedi. Yani Attilâ İlhan’ın şiiri kendi kendini eskitmeden, şiirin genel gelişimi içinde eskiyerek bir kıyıya itildi.” (“Ulus”, Mart 1962)

Son olarak da Asım Bezirci’yi okuyalım: “İlhan’ın şiir serüveni toplumcu şiirimize olduğu kadar, bireyci şiirimize de yeni boyutlar kazandırma yolundaki çabaların serüvenidir. Bu çabaların çokluk hedefine vardığını söylemek haktanırlık olur.” (Papirüs, Ekim 1969)

Her şeyden önce, yukarıdaki inceleme yazılarının da okunmasını sağlayan bir kitap hazırlamış Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Şu sıralar 14. baskısıyla raflarda. Bir şairin kitabının ardında ona yapılan objektif ve hatta negatif eleştirilere de yer verilmesi yüce gönüllülüktür. Kitap bu anlamda son derece özel bir konumda bulunuyor. İnsanın hayatında yaşayabileceği en çetrefilli konulara en doğal yoldan ve şiirle ilgilenen herkesin bildiği gibi “sinematografik” bir gözle bakan, yazan Attilâ İlhanın bu kitabında ağırlıklı olarak 12 Eylül var. Sonra ise aşk, özlem, hasret, acı, öfke, korku, şüphe ve endişe. Baskı karşısında sindirilmiş, kandırılmış, çürümüş, pusturulmuş tüm ruhları öyle veya böyle izlemek mümkün. Tek taraflı olsa da.

Yedi bölümden oluşan kitap, Nâzım Hikmet’in “Lâbüd gelen efsâne olur dehre nâzımâ / bir günde bizim hâlimiz efsânelik eyler” dizeleriyle açılıyor. Her bölümün başında mutlaka bir şairden dizeler var. Bâki, Nev’î, Şeyhülislâm Yahya, Fuzûlî, Muhibbî (Kanuni Sultan Süleyman) tercih edilen şairler. Bu üslubu sonraları Hilmi Yavuz’da da görmek mümkün zira kendisi İlhan’ın yanından uzun süre ayrılmamış ve on yıllarca “hocam” demiştir. Fakat sonra yolları ne hikmetse bıçakla keser gibi ayrılmıştır.

Kitabın ikinci bölümü, aynı zamanda kitabın ismini taşıyor. İçinde de yine kitaba isim veren “Korkunun Krallığı” şiiri var. Bölümün açılışındaki Nev’î dizeleri, aslında bölümün özeti: “Nev’î yabâna attı bizi gerçi rüzgâr / düştük hevâ-yı aşk ile bir özge âleme.”

Şimdi, “Korkunun Krallığı” şiirini okuyalım ve kitap çemberinden küçük bir tahlili göze almaya başlayayım.

Korkunun Krallığı

geceleri bir ıslık 
penceremin altında birileri 
beni çağırıyorlar 
            (yoksa yanılıyor muyum) 
                        koşup bakıyorum
 kimseler yok 
                                   sarayburnu’nda sis düdükleri 
mektuplarım kayboluyor posta kutusundan
 
birileri çalıyor ama kim 
geçen akşam yağmuru değiştirdiler 
            yumuşak başlamıştı
 tatlı ve ılık 
            nasıl olduysa kestiremedim 
            az sonra sülfirik asitti
 gökten yağan 
                        (cam iplikleri halinde yağıyor 
                                   değdiği yeri eriterek 
                                               duman
 duman)

biryerlere gidecek oluyorum 
ardımda birileri 
hayal meyal varla yok
 arası 
            cigaralarını avuçlarında saklamış 
                     gözlerinde aynalı güneş gözlükleri

(bilmem yanılıyor muyum) 
daha dün geceyarısı 
telefonda birileri 
            fakat konuşmuyorlar 
            bir bubi
 tuzağı sessizliği hüküm sürüyor 
                    türlü olasılıklarla yüklü 
                           olağanüstü iri 
                                  bir
 o kadar da tehditkar 
(bilmem yanılıyor muyum) 
            beni dehşete düşürmek
 istiyorlar

nasıl oluyor anlamıyorum 
gece yayın bitmiş televizyonu kapamışım 
ekranda
 ansızın birileri 
            kapalı demir bir kapı gibi suratları 
                      gözleri ateş
 saçıyorlar 
                               gözlerinde tarifsiz bir hışım 
                                        bıyıkları zifiri karanlık 
            ele geçirebilirlerse
 beni öldürmek 
            besbelli maksatları 
(yanılıyor muyum neyim) 
yanlış bir mıknatıs
 fırtınası içindeyim 
şişe yeşili şerare atlamaları 
            şurup kırmızısı çakıntılar 
                       sağım
 solum her tarafım elektrik

korkuyorum 
korktuğumun bilincindeyim 
            birileri 
                      şalteri indirdi
 indirecek 
                               işim bitik

Şiir kafa karıştıran bir şiir değil görüldüğü ve okunduğu üzere. Attilâ İlhan, hep yaptığı gibi bize bir kısa film çekmiş “Korkunun Krallığı” şiiriyle. İlk bölümden rahatlıkla sezilebildiği gibi bu şiir bir 12 Eylül şiiri. Haliyle dizeler korku, endişe, şüphe duygularıyla birlikte takip, gözaltı, yakalanma gibi fiilî durumlarla da yan yana yürüyor. Attilâ İlhan’ın ıssız sokakları anlatımı, yazdıklarının bilinmesi ve takip edilmesi ile bir çatışma başlangıcı, tasvir açısından bu şiiri önemli bir yere koyuyor. Dizeleri tekrar tekrar yazmanın gereği olduğunu düşünmüyorum. Şairin sözü ortada, bize o dönemi hatırlamak, yaşımız yetmiyorsa tahayyül etmek ve akabinde o dönemi araştırmak, bilmek görevleri düşüyor. Tabii ne kadar objektif ve gerçek olabilir, bilmiyorum.

Şiirin ikinci bölümündeki polis tarifi, o dönemi okuyanlar için hiç de yabancı değil. Dönemin kitaplarını karıştıran herkes görecektir ki “kuşkulanmak” en doğal hak. Sadece İstanbul değil, ülkenin her büyük şehri saatli bir bomba gibi. Ne zaman ne olacağı meçhul ve ne zaman neyin patlayacağı. Haliyle şair endişeli, şair pusuda ve şair tedirgin.

Son bölümde Attilâ İlhan artık korkuyla tanışma eşiğini geçiyor. Korkuyla baş başa kalıyor. Yapacağı hiçbir şey yok ve teslim olmak üzere. Belki de oluyor, kim bilir? Devam edilmesi mümkün bir şiir, naçizane. Ama etmiyor. “Bu kadarı yeter” diyor şair. Tekrar tekrar okuyup dönemin içine girmek, korkuya asılmak mümkün. Peki Attilâ İlhan bu şiiri hakkında ne diyor? Kitaptan alıntı yapıyorum: “Askeri darbeler, onları izleyen boğucu tâkibat havası, yaratılan terör atmosferi, hemen herkeste ruhsal bir tahribata neden olmaz mı? Terör, hele iki taraflı olursa, tabii neticesi budur; korku, güncellikten gündeliğe kayar, en ufak belirtiler ciddi paronaya nöbetlerine dönüşür vs. Yapısı ne kadar sert, morali ne kadar katı olursa olsun, bu serüvenin serüvencisi, bu dehşet çemberinden mutlaka geçmiştir; aksini söylemek ya propagandadır ya yalan.”

Kendini daima serüvenci olarak tanımlayan şair Attilâ İlhan’ı korku çemberinde kısaca anmış olduk hep beraber. Bundan sonrası umut. Çünkü korku toplumunda şiir en büyük umuttur. 

Arka Kapak dergisi 30. sayı