Elif Nihan Akbaş

Daha önce elinize herhangi bir senaryo yazım tekniği kitabı alıp şöyle bir karıştırdıysanız yahut herhangi bir senaryo atölyesine katıldıysanız, muhtemelen karşılaştığınız ilk cümle “Senaryo edebi bir metin değildir,” olmuştur. Hatta devam eden süreçte bunun birkaç kez ısrarla vurgulanması da dikkatinizi çekmiş olabilir.

Charles Yu’nun 2020 Ulusal Kitap Ödülünü kazanan kitabı İç Mekân Çin Mahallesi’ni okurken çok fazla düşünce geçti aklımdan ama sanırım en çok “E olabiliyormuş işte?” oldu. Avi Pardo çevirisiyle yayınlanan kitap, sayfalarını şöyle bir karıştırdığınızda ilk olarak senaryoya benzer formatıyla çekiyor dikkatinizi. Ama odaklanma süremizin iyice yerlerde süründüğü bu devirde bizi kitabın içinde tutan yalnızca bu sıra dışı deneme değil. Bir kere biçim ile içeriğin olağanüstü uyumu, açıkçası kitaba dair beni en çok çarpan şeydi. Uzun zamandır böyle bir bütünlük görmemiş olmaktan herhalde… Bu uyumun ardında elbette Charles Yu’nun hem ele aldığı konuya hem de tercih ettiği biçime olan hâkimiyeti yatıyor. Yazar, daha önce pek çok prestijli dergide öykülerinin yayımlanmasının yanı sıra Westworld ve Legion gibi geniş kitlelerin beğenisini kazanmış televizyon dizilerinde yazarlık ve hikâye danışmanlığı yapmış bir isim. Dolayısıyla hem Asyalıların tecrübe ettiği Amerika’ya hem de bunu anlatırken kullandığı biçimlere fazlasıyla hâkim. Bu ikisi birleşince de güçlü bir hikâyenin çok güçlü bir anlatımla sunulduğu bir metin çıkmış ortaya.

İç Mekân Çin Mahallesi, ille bir tür belirlenmesi gerekirse senaryo-roman olarak nitelendirilebilir belki. Amerika Birleşik Devletleri baştan sona bir film seti olsa nasıl olurdu diye düşünmüş yazar ve o sette çekilen hikâyeyi hayal etmiş. Ana karakteri, Çin Mahallesi’nde yaşayan, şimdiye kadar da hep ondan önce orada yaşayanlar gibi yaşamış, hep onların bastıkları yerlere basarak ilerlemiş bir adam. Willis Wu, Altın Saray adlı bir restoranda çalışıyor, bir yandan da burada çekilen “Siyah Beyaz” adlı bir polisiye dizide küçük roller oynayarak geçimini sağlıyor. Kendi hayatında dahi ana karakter olamadığını hisseden bir adam ve en büyük hayali, aslında bütün mahallenin ortak hayali: “Klişe Asyalı Adam” olarak başladığı kariyerinde “Kung Fu’cu Adam” seviyesine ulaşmak. Kurmasına izin verilen birkaç aşamalı bir hayalin son basamağı bu. “Bu sıradan bir Klişe Asyalı Adam değil, bu bir yıldız, belki bildiğimiz anlamda gerçek bir yıldız değil, çıldırmanın âlemi yok, Çin Mahallesi’nden söz ediyoruz burada, fakat Çok Özel Konuk Yıldız olabilir, ki ırkından olanlar için tavandır, son duraktır, arka planda ortama uyum sağlamaya çalışan her Asyalı Erkeğin düşüdür. Kung Fu’cu Adam.”

Kendimizi yer yer Willis’in gerçekliğinde, yer yer de “Siyah Beyaz”ın senaryosu içinde bulduğumuz, muğlak bir sınırın iki yanında sürekli gidip gelerek iki hikâyeyi iç içe geçirdiğimiz ve bazen hangi tarafta olduğumuzu net olarak algılayamadığımız bir yolculuk bu. Ancak arka planında anlatılan ikinci hikâye Willis’inkinden çok daha görkemli, çok daha önemli. Kung Fu’cu Adam’ın neden en üst basamak olduğunu, film ve diziler üzerinden tekrar tekrar üretilen klişeleri, ayrımcılığın hikâyesini anlatıyor. Asimilasyondan, bariyerlerden, bir yere ait olma arzusundan, farklı göçmen nesilleri arasındaki çatışmalardan ve tüm bunların bıraktığı uzun vadeli etkilerden bahsediyor. Ve bunu tam da onların kalıplarını kullanarak yapıyor. Öfkeyle değil, sakince hareket ediyor ve büyük meseleleri sloganlaştırmadan, odağına insanı koyarak anlatıyor.

Yedinci Sahne’deki mahkeme bölümünde Willis’in hikâyesi yerini neredeyse tamamen bu büyük anlatıya bırakıyor:

“Sorulması gereken şu:

Amerikalıyı kim oynar? Amerikalı neye benzer? Çok özel bir bölümde küçük bir gettoda konuk yıldızı oynamaya mahkûmuz. Bizimle ne yapacağını tam olarak bilemeyen bir hikâyede ikincil karakterlerle sınırlandırılmışız. Bu ülkede iki yüz yıl geçirdikten sonra neden hâlâ Amerikalı değiliz? Neden kendimizi sürekli hikâyenin dışında buluyoruz?”

İç Mekân Çin Mahallesi
Charles Yu
Çeviren: Avi Pardo
İthaki Yayınları

Charles Yu’nun keskin ve zorlayıcı tercihlerinden biri de hikâyenin tamamını okura hitap ederek anlatması. Bu ikinci tekil şahıs anlatısı, senaryo formatıyla birleşince ilk birkaç sayfada okur için şaşırtıcı olabiliyor ama bir kez alışınca, kitap beklenmedik bir hızda akmaya başlıyor. Hatta okuru da üç boyutlu bir film izlermiş gibi akışa dahil ediyor. Çünkü nasıl ki anlattığı yalnızca Willis’in hikâyesi değilse, tek başına Amerika’nın ve oradaki Asyalıların hikâyesi de değil. Kalıpların hikâyesi bu biraz da. Zihnimiz öyle bir fabrika ki gözünün değdiği her farklılık için ânında bir kalıp üretebiliyor. Tam da bu yüzden belki, bu filmin seti dünyanın neresine kurulursa kurulsun, muhakkak sağlam bir uyarlama yapılabilecek bir zemin bulur kendine.