Mert Tanaydın

Yazılmasaydı okunamazdı. Okuduğumuz hemen hemen tüm kitapların yazılmış olmaları gerekir okuyabilmemiz için. Ama biz ilk olarak okumaya başlarız, heceleyerek de olsa. Harfleri tek tek oluşturabilmeyi öğreniriz yazarken, ama okurken çok daha rahat yol alırız, ne de olsa okunacak çok ama çok şey vardır. Yazmak hiç de öyle değil, hele ki başkalarının dikte ettiklerini yazmayacaksak ya da başkalarının yazdıklarını okuduktan sonra onlara öykünüp kalmayacaksak. Yazmanın çok başlarında bile isteye, sonraki aşamalarında farkında olmadan öykünürüz yine de. Başkaları yazmış, hem de iyi yazmıştır; doğrulara, güzellere, etkililere temas etmiş, bizi başkalarıyla birlikte büyülemişlerdir; okurken ne kadar da mutlu etmiş, dünyaya gözümüzü açmış, farklı düşünme biçimleri göstermişlerdir. Bazıları yazdıklarıyla bizi sarsmış, üzmüş, kızdırmış, tiksindirmiştir, ama yine de yeteri kadar sabırlı ve uslu bir okur olduysak, sarsılmakla ya da tiksinmekle kalmamış, yazanın neden yazdığını, yazdıklarının yazılmış olmakla ne anlama gelebileceğini anlamaya çalışmışızdır. Okuma gelişimimizin ileri aşamalarına geçerken yazılmış olanı bir kere okumakla yetinemeyeceğimizi, tekrar tekrar okuduğumuzda, başka yazılanlarla birlikte okuduğumuzda, kendi yazdıklarımızla değerlendirerek okuduğumuzda yazılmış olanın çok daha farklı biçimlere bürüneceğini, hayatın anlamını verir gibi gözükenin boşalacağını, önemsiz gibi gözükenin aslında turnayı tam gözünden vurduğunu kavrayabileceğimizi anlarız. Yazılanları durmadan okumak gerektiğini anlarız, okumalarla yetinemeyiz, ama ya yazacaksak, ya yazmayı öğrendikten sonra uydurmayı da öğrendiysek ve öğrendiklerimizi sevmiş, tutkunu olmuş ve kendimize yazarak varolmaktan başka bir olasılık bırakmayacak kadar yazmanın müptelası olduysak ne yapacağız? Doğal olarak gürül gürül yazabilen ve ne yaptığının çok da farkında olmayan yeteneklilerden değilsek hele, ilk baştan beri defalarca tekrarladığımız harflerin her seferinde farklı bir çirkinlikte olması bir yana ya, tüm o harfleri bitiştirip ortaya koyduğumuz anlamlarla dopdolu cümlelerimizin, en başta utanarak ama yine de içten içe gururla ortaya koyduğumuz metinlerimizin başkaları tarafından da istediğimiz biçimlere yakın anlaşılıp beğenilmesini arzulayarak yazdıkça yazacaksak, bize ne olur, başımıza ne gelir?

21. yüzyılın ilk çeyreğinin edebiyat fenomenlerinden biri olan Karl Ove Knausgaard, 20. yüzyılın son çeyreğinde oluşmuş zamane insanı olarak, hayatının varoluş anlamını yazmakta bulan ve sansasyonel bir projeyle, kumar tarihine geçebilecek cüretkârlıkta bir iddia ortaya atıp o iddiayı gerçekleştirmek için, anlaşılan hakikaten çok çalışıp, ortaya koyduğu altı ciltlik “Kavgam” romanlarıyla şimdiden tarihe geçmiş durumda. Gerçi henüz beşinci cildini, Bahar Yağmurları’nı okumayı yeni bitirdik ve projenin Son’una, Norveççesi 1116 sayfa tutan ve tüm bu okuduklarımıza yönelik değerlendirmemizi belirleyecek, iddiasını gerçekleştirip gerçekleştiremediğini ve şimdilik yerleştiği okuma tarihinde kalıcı olup olamayacağını anlayacağımız kitabının önüne ancak geldik. Yazma hevesini ciddiye alan ve kendisini yazara dönüştürmek için elinden geleni yapan bir adamın büyük emelleri doğrultusunda bir yazar olup olamadığını, hayranlık uyandırabilse ve duygudaşlık kurdurabilse bile eninde sonunda bir şarlatan mı yoksa büyük bir yazar mı kabul edileceğini, Kavgam gibi iddialı ve yüklü bir tercihle ortaya çıkmasının hakikaten ne anlama geldiğini asıl olarak altıncı kitapta öğreneceğiz. 21. yüzyılın bu fenomen yazarının kitaplarında okuduklarımızdan edindiğimiz izlenimle hemen hemen tüm çıplaklığıyla hatırladıklarını yazan gerçekten samimi bir yazar mı, yoksa kendisinin de dönüşmesinden fazlasıyla korktuğu bir tür poser, gösteriş meraklısı bir dolandırıcı mı, bir tür yayıncılık prodüksiyonu sayesinde tüm dünyaya sunulmuş kalp bir Proust, Musil, Bukowski ya da Hamsun mu çıkacağını şahsen ben de çok merak ediyorum.

Gençliğimin bir noktasında ben de kendimi yazmanın büyüsüne, tutkusuna, heyecanına, hezeyanına, yanılsamalarına, büyüklük hayallerine, hangisini seçersek seçelim uygun olabilecek hazzına kaptırmıştım ve bazı küçük ve büyük afetler birleşerek beni ya herru ya merru noktasına, bu hayatı anlamlandıracaksam büyük oynamam gerektiğine, günün birinde tek bir tane bile olsa “kitap gibi kitap”, hatta “büyük roman” yazabilirsem bana verilen bu hayat hakkını, en azından kendi bakış açıma göre, doğru kullanmış olabileceğime karar vermiştim. Hâlâ bu büyük emelimi korumakla beraber, yıllar içinde yaşadığım savrulmalarda, kimi zaman o andaki koşulları ciddiye alarak, kimi zaman kendi sorularına cevaplar bulamayanlara cevap yetiştirmeye çalışarak, çoğunlukla başkalarının yapabileceklerini yapmaya niyetlenerek, yazabilme kapasitemi geliştirmekle beraber tamamlama ve anlamlı kılma alanlarında ancak bir arpa boyu yol kat ederek geldiğim noktada, henüz doğurmasına ve doğmasına fersah mesafe olan ama yine de ısrarla tekrar başlangıç noktasına geri gelip, gittikçe uzaklaştığı için iyice küçülen o yazın havuzuna (ya da leğenine) saltolar atıp balıklama dalabilmek için artan basamakları tırmanmaya teşebbüs ediyorum. Belki de kendi içimde defalarca yenilip yine yenilmek üzere hayatın geri kalanlarını, benim olmak istediğim yazara dönüşürken elimi tutup bana eşlik edemeyecek olanları bir kenara iterek aynı çabaya yeniden başlamaya kalkışıyorum.

İşte bu noktada Knausgaard’ın romanları, romanlaştırdığı hayat hikâyesi ya da daha afili adıyla “otofiksiyonu” benim açımdan kapsamlı bir belgesel, bir benzerimin çabasının berrak bir kaydı, defalarca durdurup oynatacağım ve her hareketi itinayla çalışabileceğim bir maç bandı, sadece okuma zevki vermenin ötesinde edebiyat ve yaşam zevki de veren, ama en önemlisi zamane insanının kendisine odaklanıp geri kalan her şeyi ikincil kılarken ne yaşayıp ne yaşattırdığı üzerine lezzetli bir yapıt olarak önem kazanıyor. Bir yazarın, bir sanatçının, bir dehanın (abartmamalı belki, ama çağımızda insanlar kendilerinden menkuller ve cin fikirli olmak, yani dahi çıkmak hiç de seyrek rastlanan bir durum değil ve açıkçası hayatta pek çok alanda da hiçbir halta yaramıyor) ne oranda nergizcilliğe ihtiyaç duyacağını, sadece zihninin aynasında kendisine bakıp boşluğunda kendi sözlerinin yankısını yazıya aktaracağını anlayabilmek için eşsiz bir yapıt aslında Knausgaard’ın yazdıkları. Gündelik yaşamın sıradanlıklarından biz Kuzey ülkesinin toplumsal, kentsel ve ailevi yaşantılarının problemlerine, aslında alelade bir zamane insanı olan Karl Ove’nin, Yitik Zamanın İzinde’ki Marcel Proust ya da A Dance of Music of Time adlı 12 ciltlik yapıtıyla henüz dilimize aktarmayı kimsenin düşünmediği İngiliz versiyonu Anthony Powell gibi aristokratik ya da sosyetik olmayan, pop ve rock müziğine bayılan, tüm gençlerin yaptığı gibi aptallıkla serserilik arasında gidip gelen, içine doğduğu aileden kendi kurduğu aileye geçene kadar yaşadıklarını kayda geçirip bize aktarmak için yazdıkça yazan, korktuğu bir figür olan babasının, hayranlık duyduğu ama kıskandığı bir figür olan ağabeyinin, sevdiği (ama henüz anahtarlarının tamamına ulaşamadığımız) annesinin, çocukluğunun, ilkgençliğinin, aşklarının, evliliklerinin hikâyelerini okuyoruz “Kavgam” kitaplarında. Bahar Yağmurları da, bir önceki ciltte Karanlıkta Dans’ta kaldığı noktadan, cinselliğin keşfedilişinin gerçekleşmesinden hemen sonra, Bergen kentindeki önce yazarlık kursu, sonra edebiyat fakültesi ve nihayetinde sanat tarihi üzerine üniversite eğitimi süreci boyunca Karl Ove’nin yazara dönüşmesini ele alıyor. Neler okuyarak okurluğunu terbiye ettiğini, kimlerle (Jon Fosse gibi) yazı çalışarak yazmayı öğrendiğini, zaman içinde arkadaşlarından hangilerinin edebiyatçı olduğunu, kendisinin de ürkek ve şapşal bir yazı heveslisinden nasıl oturaklı bir yazara dönüşebildiğini bu ciltten öğrenebiliyoruz. Ama işte tüm kilit, okuduklarımızın aslen neyin Kavgası olduğu, Knausgaard’ın aslında bir şaheser mi yoksa bir pişmanlık mı yazdığı, benim gibi marazi yazar adayları okurlar haricinde genel okura da değerli bir şey katıp katamayacağı, gelip dikildiğimiz, Monokl çevirmenleri ve editörlerinin hummalı çalışmaları neticesinde önümüze konacak Son’da açılacak ve göreceğiz Karl Ove, ya herru ya merru..

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 35.sayısında yayınlanmıştır.