A. Ali Ural

İnsanın en yakıcı kelimesiydi; “Açım!” Bir dilencinin naylon dudakları arasına düşmemişse kolay kolay çıkmazdı kimsenin ağzından. Cayır cayır yansalar da o yüksek ruhlar kalabalığa karışmasına izin vermezlerdi açlıklarının. İzini kaybettirmesi kolay olmazdı çünkü yoksulluğun, nereye gitseler yanık izleri.

Biz açları eski elbiselerinden değil yüzlerinden tanırdık, bir yüzümüz varsa eğer, “Düşkünlüğü elbisesinin yırtık pırtık oluşundan ötürü değildi yalnız. Ya o yüzü!”1 Ses tonlarından, işitme kudretine sahipsek “Benim ufak ve üzgün seslenişimdeki anlamı kavrayamazdı o!”2 Yürüyüşlerinden, bakışlarımızda hâlâ bir parça sezgi kalmışsa “Zorla güzelleştirmek için sendeler gibiydi yürüyüşüm.”3

Fakat onlar yine de örtmeye çalışırlardı açlıklarını sözleriyle, hele de şair gözüyle bakıyorlarsa dünyaya. “Yoksa bu serseri, beni göründüğüm kadar fakir mi sanıyordu? Bana on kron kazandıracak bir makale yazmaya, hemen hemen başlamış değil miydim? Hem ilerisi için korktuğum da yoktu, dövülecek ne demirlerim vardı ocakta.”4

Açlığın ateşiyle dövecekti cümlelerini yazar, yeter ki ezici bakışları üzerinde hissetmesin. Rehin bıraktığı yeleğin cebinde kalmışsa kalemi ve yeni bir kalem alacak parası yoksa yapması gereken şey, rehincinin yanında almaktı onurlu soluğunu. “Rasgele bir kalem olsa bunca yol yürümek aklımdan bile geçmez, dedim. Ama bu kalem için değişir iş, bu başka. Değersiz bir şey gerçi, fakat benim şu yeryüzündeki yerimi aşağı yukarı bu kalem sağladı; hayattaki yerimi, ben âdeta ona borçluyum.”5

Knut Hamsun’u Açlık doyurdu. Her mahrumiyet gibi varlıklar bağışladı ona. Konferans salonunda yalnız altı kişi varmış ne çıkar, o bütün insanlığa seslendi. Muazzam korolar dinledi penceresinden her sabah. Sesinden gülümsediğini anladı bir kadının. Bir alıcı kuş gözlerini bağışladı ona, her şeyi daha iyi görebilmesi için. “Fakir aydın, zengin aydından çok daha kuvvetli görür. Fakir, her kelimeyi şüpheyle dinler; attığı her adım, onun düşünce ve duygularına böylece bir vazife, bir iş yüklemiş olur. Onun kulağı deliktir, duygusu ince; o tecrübelidir, ruhu yanık yaralarıyla doludur…”6

Bu yüzden yumruğunu yese de şehrinden vazgeçemezdi o. Amerika’da verem olduğunda, Norveç’te ölmek için bir gemiye atlayıp uzun bir yolculuğa çıkmaktan başka çaresi yoktu. Kristiania’ya vardığında dostları da doktorları da hayretler içindeydi. Hamsun ölümcül hastalığından iyileşmişti yolda. Deniz havası iyi gelmiş, dediler, yoksunluğun gücünü hesaba katmadan.

Açlık’ında, “Artık bir tarağım bile yoktu, efkâr basınca okumaya bir kitabım bile,”7 dediği şehirdi orası. Tarağı olmadığı için saçları birbirine yapıştı ya da dağıldı. Peki kitabı olmadığı için? Kitabı olmayan bir yazara bütün yeryüzü kitaptır. Sayfalar uçuşuyor yapraklarla birlikte. Tarağı, kitabı olmasa da gözlüğü var, yaşasın. İtfaiyeci olmasına engel olsa da gözlüğü, bir körün retinasına düşen yalanı görmesine engel değil. Bir sevgiliyi penceresinde şiirleştirecek kadar damıtabiliyor bakışlarını: “Bir omuz gördüm, geri döndü; bir sırt gördüm, odanın içinde gözden silindi. Pencereden bu usulca ayrılış, omzun kımıldanışındaki bu ifade, bana verilen bir selamdı sanki. Kanım, bunun gizli bir selam olduğunu anlamıştı.”8

Yalnız sevgili değildi gizli selam gönderen. Tanrı da ona ızdırap çektirerek, engel üstüne engel çıkartarak karşısına kendisine yaklaştırmaya çalışıyordu. Bunu ızdırap çekmeden de yapabileceğini söyledi her seferinde Tanrı’ya. Bazen isyan cümleleri aşındırdı dilini. Fakat dudaklarından dökülen, “Tanrı’dan bana hiçbir kötülük gelmemişti, o ki Rabbimizdi…”9 cümlesi oldu. Karnını doyurabilmek için onurundan küçük tavizler vermek dahi onu huzursuz etmeye yetiyor, “Şüphesiz, evvelce şerefimle azap çekerken daha mutlu olduğum sonucuna vardım,”10 diyordu sonunda.

İnsanın bir pula, bir dal sigaraya ihtiyacı olduğu zamanlar vardı lakin. Vaktin o dilimlerinde rehine bırakacağı dört düğmeden dahi medet umabilirdi pekâlâ. Rehincinin alaycı gülümsemesiyle irkilir, “Gözlüğü de beraber vereceğim, tabii” diyerek gülünç olmaktan kurtulmaya çalışırdı. Rehinci gözlüğüne daha önce hiçbir şey veremeyeceğini söylediğini hatırlatınca, sesi boğuklaşır, “Fakat bana bir posta pulu lazım!”11 diyebilirdi can havliyle. Yazmaya mecbur olduğu mektupları gönderememenin ne anlama geldiğini nasıl anlamıyordu!

Soğuktan donarken üşümediğinizi söyleyebilir misiniz? Açlık’ın kahramanı “Yoo, hiç üşümüyorum,” dedi, genç kadının “Allah’ım, pardösünüz yok, üşümüyor musunuz?”12 sorusunu cevaplarken. Peşi sıra da konuyu değiştirmeye çalıştı, “Tivoli’deki hayvanat bahçesini gördünüz mü?” Fakat korktu sonra kendi sorusundan. Ya görmeyi isterse genç kadın orayı. Bunca ışığın, insanın içine girmek, vahşi hayvanlardan daha ürkütücü değil mi!

Peki ömrünüzü verebilir misiniz bir tas mercimek çorbası karşılığında? Sahi yapabilir misiniz bunu? Bir romanın içinden dahi olsa Hamsun, “Bütün ömrüm bir mercimek çorbasına fedadır,”13 dedi, duydunuz mu? Ah açlık, neler söyletiyorsun! Dumanlar arasından Avrupa’nın savaş cini çıkıyor ve ömrünü istiyor genç yazardan bir tas mercimek çorbasına karşılık. Dünya, bir gün Nobel edebiyat ödülü vereceği adamı bir tas çorbayla değişmeye razı ediyor ömrünü.

Açlık bu. Daha azına da razı olabilir insan. Bir köpeği öne sürerek bir parça kemik isteyebilir kızarmadan yüzü. Bir köpek maskesiyle koşabilir şehrin sokaklarında. Kimse tanımaz onu. Karanlık dehlizler arar açlıktan ölmemek için. Karanlıktan ölünmüyor çünkü.

“‘Lütfen,’ dedim. ‘Köpeğim için bir kemik verir misiniz? Bir kuru kemik, varsın üzerinde hiç et olmasın; ağzına almaya bir şey olsun, kâfi!’ Adam, bir kemik verdi, küçük, mükemmel bir kemik, üzerinde et de vardı biraz; kemiği ceketimin altına soktum. Öyle candan teşekkür ettim ki adam şaşırdı, yüzüme baktı.

‘Bir şey değil!’ dedi.

‘Yoo, öyle söylemeyin!’ diye mırıldandım. ‘Bana büyük bir iyilik ettiniz.’

Sonra, yukarı çıktım. Kalbim küt küt atıyordu.

Demirciler geçidine daldım, tâ içerlerde yürüdüm, bir arka avluda, harap bir kapı önünde durdum. Dört bir yanda hiç ışık görülmüyordu; dört bir yanım karanlıktı mükemmel; kemiği kemirmeye başladım…”14

Knut Hamsun’un en sadık dostu açlık oldu ömrü boyunca. Onu çok iyi tanımış fakat ustası olamamıştı hiçbir zaman. Ülkesini açlık yüzünden terk eden adamı karşı kıyıda yine o kadim dostu bekliyordu. Yabancı topraklarda tek tanıdık oydu. Hiçbir işte tutunamayıp yeniden ülkesine döndüğünde ve seneler sonra hak ettiği ünü yakaladığında dostuyla ayrılma vakti gelmiş olsa da ebedi bir armağanla noktalamışlardı yollarını: Açlık romanıyla.

Bu dostluğun uzun sürmesinden midir yoksa onunla tekrar karşılaşma korkusundan mıdır bilinmez, Knut Hamsun kendi ülkesi başta olmak üzere bütün dünyayı şaşırtan bir tavır sergileyerek Britanya, Amerika ve Rusya’nın emperyalist politikalarına alternatif olarak gördüğü Nasyonal Sosyalizm’e meyletmiş ancak çok geçmeden hayal kırıklığına uğramıştı. Bazı Norveç vatandaşları, işgalci Naziler tarafından idam edilmek isteniyordu. Bunu engellemek için Hitler’le dahi görüşmeyi göze aldı Hamsun ve kurtardı yurttaşlarını.

Ülkesi için gerçekleştirdiği bu özverili davranış, ne yazık ki gölgelerin kuşatmasından kurtaramamıştı Hamsun’u. Bir savaş suçlusu olarak yargılandıktan sonra hapis cezası, dünya yazarları arasındaki şöhretinden dolayı, akli dengesinin yerinde olmadığı ileri sürülerek 350.000 kronluk bir para cezasına çevrildi. Ve işte o gün kadim dostu açlık, yeniden ortaya çıkarak şan ve şöhretin bir seraptan başka bir şey olmadığını hatırlattı ona.

Ömrünün son dönemlerini, “deli” olmadığını ispat etmeye çalışarak geçiren Knut Hamsun, deli değil, açlığın alevleriyle kavrulmuş yaralı bir ruhtu. Yetmiş yaşındayken Norveç Yazarlar Birliği’nin takdim etmek istediği sevgi kupasını bir başka yazara verilmesini rica ederek almadı. Kendisini görmek için çeşitli Avrupa ülkelerinden gelen gazetecilerden kaçarak yalnızlığın görkemli kupasını kaldırdı gökyüzüne.

Dipnotlar__

1 – 14. Knut Hamsun, Açlık, Çev. Behçet Necatigil, Varlık Yayınları, İstanbul 1976

Arka Kapak dergisi 21. sayı