Eda Selimoğlu

Baykuş, bazı toplumlar tarafından uğursuz olarak nitelendirilirken, bazı toplumlarda da tersine kutsal anlamlar yüklenmiştir. Genellikle ölümü çağrıştırdığı düşünülse de, aslında doğada bize zarar verebilecek birçok canlıyı tüketerek iyilik yapan bir kuş türüdür.

Doğunun Kafka’sı olarak adından söz ettiren Hidayet’in Kör Baykuş’u ise, genel geçerli inanışı desteklercesine “Yaralar vardır  hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta  yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılamaz bu dertler… Çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin…” diye başlıyor. Derin bir hissiyat ile sürüyor.


Kör Baykuş
Sadık Hidayet
Çevirmen: Deniz Büyüker
İthaki Yayınları

Anlatıcı yazmasının sebebini; lambanın duvara yansıttığı gölgesine “kendisini tanıtma” isteği olarak açıklıyor. “İnsan ve gölgesi farklı mıdır ?” diye düşünmeden edemiyorsunuz. Gölgemiz, senaryosu önceden yazılmış bir oyunun sözlerinin dışına çıkamayan bir figüran gibi gelir bana.

Bir afyon tiryakisinin dış dünyayı algılamasındaki aksaklıkları, okuyucu da düş ile gerçek arasındaki belirsizliği bu satırlarda yaşıyor. Zaman ve mekân kavramlarından bağımsız şekillenen olay örgüsü içerisinde yer alan baba, amca, ihtiyar hurdacı, mezarcı, anlatıcı karakterlerinin aslında, yaşamda farklı rollere bürünmüş tek kişilikler olduğunu görüyorsunuz.

Bazen nefret ettiği şeye dönüşür insan bu hayatta. Mesela ilk bakışta etten hoşlanmayan birinin, kasabın et keserken zevk almasını gördüğünde kasaptan da nefret etmesi olağan gelebilir. Fakat aynı kişinin günün birinde birini öldürürken bu eylemden hoşlanması yaşamdaki tezatlıkları ifade eder bir bakıma. Tıpkı anlatıcının da eserde yaptığı gibi. Kitabı okurken fark ettiğim bir diğer konu “bakmak ve görmek…” Bazen bir manzaraya o kadar yüzeysel bakarız ki, görüntünün ardındakileri fark etmeyiz. Ormana bakarken, sadece yeşili görürüz. Derinlemesine bakmazsak o bütünün içerisindeki renk armonisini ve kocaman yaşam döngüsünü göremeyiz. Göz kendisi hariç her şeyi görebilen ve gördüklerini zihninin inisiyatifinde yorumlayan mükemmel bir sisteme sahiptir. Kendi yaptıkları için ise dışarıdan başka bir göze ihtiyaç duyar ki, bu da dış dünyanın yorumuna kalmıştır.

Anlatıcı, sırf kendisini büyüten çok sevdiği halasına benzediği için halasının kızıyla evlenir. Fakat karısının asla onun olmadığını, sürekli kendisini aldattığını bildiği halde bu acıya katlanır. Acıyı sessizce yaşamasını anlattığı satırları ile okuyucuya, sözcüklerin derinliklerinde vurgun hissini yaşatıyor. Belki de acı karşısında sessiz kalmak, insanın kendisine verdiği en büyük yanıttır. Bu şekilde davranarak, hep aynı güvenli döngüde kalıyoruz. Bunun dışına çıktığımızda hep daha kötüsünü yaşayacakmış hissine kapılarak aynı koşullar içerisinde bu sefer bir mucizenin gerçekleşmesini bekleyerek geçiyor yaşamımız. Hâlbuki çember dışında da bizi farklı güzellikler bekliyor olabilir. Bunu hiç bilmeden bu dünyadan göçüp gidiyoruz çoğu zaman. Tıpkı anlatıcının her defasında aynı resmi yapması gibi, bizler de çoğu zaman bir adım atmaktansa, olduğumuz yerde kalarak ilerlemeye çalışıyoruz. Sonuçta yaşamın hareketliliğine nispet yaparcasına, ölümü çağrıştıran durağanlık bizi hiçbir yere ulaştırmıyor.

Hidayet’in yaşamına son vermeden önce yazdıkları oldukça dikkat çekici: Annesi ‘salgı salamaz ol’ diye beddua eder yavru örümceğe. Küçük örümcek ağ yapamayınca ölüme kurban gider. İnsan bu noktada düşünmeden edemiyor; acaba yazarlar ve eserleri derken, sözcükler sadece satırlarda değil, yaşamda da tüm gerçekliği ile mi yer alıyor? 

Arka Kapak dergisi 14. sayı