Cemil Üzen

Exupery’nin -belki de haddinden fazla değer görerek- modern klasikler arasındaki yerini çoktan kazanmış eseri Küçük Prens’teki alegorik bölümlerin felsefi alımlamalar için oldukça uygun olduğunu söyleyebiliriz. Bilhassa onuncu bölümde Kral ve Küçük Prens arasında geçen diyaloğun güçlü bir ontolojik, teolojik ve politik kavrayışa uygun olduğunu söylemek mümkün. Bu noktada bizim için bağlayıcı olan yazarın hangi niyetle bu diyaloğu yazdığı değil, diyaloğun bizim bu girişimimize elverip elvermediğidir. Dolayısıyla okurun aktif, yazarın pasif olduğu bir okuma edimine girişeceğiz.

Yasanın Özü

Her şey Küçük Prens’in öylesine esneyivermesiyle başlar. Kral –ki her şeyin kralıdır– ona önce esnememesini buyurur. Sonra istemsiz bir şekilde esnediğini öğrenince tekrar esnemesini buyurur. Tekrar esnemesinin mümkün olmadığını öğrenince de bazen esneyip bazen de esnememesini buyurur. Sonsuz bir yetkeye sahip olduğunu öğreniriz sonrasında. Fakat bir yasaya tabi olduğunu itiraf eder:

“Generalime bir kelebek gibi çiçekten çiçeğe uçmasını emredersem, ya da trajik bir piyes yazmasını istersem, ya da bir martı olmasını emredersem ve general de bu emrimi yerine getirmezse kim suçludur?”

Kral’ın sınırları bizi Spinoza’ya götürüyor. Politik İnceleme’de yöneticiyi sınırlayan tek hukukun, gücünün sınırı olduğunu söylüyor bize Hollandalı filozof. Peki ne zaman günah işler hükümdar? “Akla aykırı davrandığı zaman.” Esasen aklıyla da davransa arzusuyla da davransa, gerçekte insan doğanın yasalarına ve kurallarına, yani doğal hukuka uymayan hiçbir şey yapamaz. “Doğa yasaları Tanrı’nın saptadığı yasalardır, onun varlığının özgürlüğüyle aynı özgürlükte yasalardır, dolayısıyla bu yasalar tanrısal doğanın zorunluluğundan doğarlar, bu yüzden de ölümsüzdürler ve bozulamazlar. Fakat çoğu kez aklının değil arzusunun peşinden gittiği için yasaya tabi olmak yerine ona boyun eğmek zorunda kalır. Aklı kıt bir insan bilgece bir yaşama zorlanamaz, hasta bir kişinin sağlıklı bir bedene sahip olmaya zorlanamayışı gibi.”

Peki Kral’ımız politik değil teolojik bir figür olsaydı? Hiç şüphesiz Tanrı’ya karşılık gelirdi. Bu durumda diyaloğu nasıl anlamamız gerekirdi? Yine Spinoza yetişiyor imdadımıza, bu kez Etika’sıyla.

Ameliyat masasının üzerindeki bu kez Tanrı’nın iradesidir. Tanrı’nın imkânsız olanı dileyip dileyemeyeceği, dilediği takdirde bunun gerçekleşip gerçekleşemeyeceği teolojinin en eski tartışmalarından biridir. Bizim Küçük Prens’teki Kral-Tanrı’mız ise kendini kendi yasasıyla sınırlamış bir Tanrı’dır. Spinoza Etika’da iradeye “hür neden” denemeyeceğini, onun “zorunlu neden” olduğunu, Tanrı’nın eserlerini “irade hürlüğü” ile meydana getirmediğini söyler. İradenin Tanrı’nın özüne ait olduğu kabul edilse bile, şeylerin Tanrı’da yaratılmış olduklarından başka bir tarzda ve başka bir düzende yaratılamayacakları onun yetkinliğinden de pekâlâ çıkacaktır ona göre. Dolayısıyla, tenzih icabı Tanrı kendi yasasına tabidir. “Şeylerin olduklarından başka türlü olabilmeleri için, zorunlu olarak Tanrının iradesinin başka türlü olması gerektir; hâlbuki Tanrının iradesi olduğundan başka türlü olamaz.”

Benzer bir akıl yürütmeyi Şeyh Bedrettin’in Varidat’ında da görürüz. Varidat’ta Tanrı’nın iradesi zatın ve aşamaların gereği demektir. Tanrı’nın isteği ve dileği, o nesnenin yeteneği doğrultusunda olur her zaman. Tanrı bir şeyi o işe yeteneği bulunmayandan istemez ve dilek istidada bağlıdır. Kâinatın tümü istidada, Spinozaca söylersek, varoluş yetkinliklerine göre ortaya çıkmıştır. İrade bu şekilde olup, bunun karşıtı ile ilişkisi yoktur. Allah istediğinden başka bir şey yapmaz ve istediği de istidadın dışına çıkmaz. İstediğini yapması, özde olanın ortaya çıkmasıdır.

Spinoza’nın ve Şeyh Bedreddin’in Tanrı tasavvurunu Kral diyaloğuna uygun kılan ve tüm Ortodoks, antropomorfik Tanrı kavrayışlarını dışarıda bırakan temel mesele, Tanrı’nın istisnasız bir şekilde yasaya bağlı olması, bunun dışında bir kudret derecesinin aksiyomatik olarak reddedilmesi ve Tanrı kavramıyla çelişkili görülmesidir. İbrahimi dinlerin geleneksel yorumlarındaki Tanrı tasavvuru ve kelam anlayışı dışarıda kalmıştır. Bir yasa koyucu olarak Tanrı, güç etiğinin konusudur. Onun ahlaki yasa koyucu bir niteliği olmadığı gibi, dünyayı iki parmağı arasında oynatmak gibi bir vasfı da yoktur; iradesinden soyunmuştur. Âdem’e “Şu meyveden sakın” dediğinde koyduğu yasa ahlaki bir yargıdan ve yaptırımdan değil, meyvenin zararlı tabiatının bilgisinden gelir. Öte yandan, Spinoza’nın Teolojik Politik İnceleme’de değindiği gibi, mucize yaratma yetkesinden yoksundur. Günbatımını görmeyi çok isteyen Küçük Prens’e cevap veren Kral gibidir: “İstediğin günbatımı olsun. Gereken emri vereceğim. Ama benim yönetim ilkelerime göre, uygun koşulların oluşması için daha beklemeliyim. Akşamleyin tam sekize yirmi kala. Emirlerime nasıl uyulduğunu o zaman göreceksin.”

Yargının Özü

Kral’ın yanında öğreneceği bir şey kalmadığını anlayınca Küçük Prens gitmek ister. Kral ona kalması için “Adalet Bakanı” olmasını önerir. Küçük Prens şaşırır, ortada yargılanacak kimse yoktur. “Öyleyse kendi kendini yargılarsın,” der Kral. Küçük Prens buna da razı olmayınca şöyle bir çözüm buluverir: “Gezegenimin bir yerlerinde yaşlı bir farenin var olduğu konusunda kuşkularım var. Zaman zaman ona ölüm cezası verirsin. Böylece yaşaması sana bağlı olur. Ama onu hep bağışlarsın. Tutumlu davranmalıyız, çünkü elimizde başkası yok.”

Küçük Prens’in neden “Küçük Çocuk” değil de “Prens” olduğuna dair kitap boyunca neredeyse hiçbir dayanak noktası bulamayız. Buna en fazla yaklaştığımız yer, diyaloğun bu kısmıdır. Kral onu yanında tutabilmek için onunla yargı yetkesini paylaşmaya yanaşır. Fakat yargının diyalektik bir mesele olduğunu dikkatle salık verir. Yargının varolması için yargılanacak birinin varlığı şarttır. Ortada kimse yoksa, kişinin kendisi yargının nesnesidir. Kral yargıyla bozmuştur kafayı, âdeta bir Ferisidir. Beri yandan, tüm kudret sıfatları için geçerli bir meseledir bu, varoluşları bununla mümkün hâle gelir.

Kral’ın tasarımı, aslında bir tür Deesis sahnesidir. Göklerdeki Baba (Kral), yargı vazifesini Mesih’e (Prens) vermiştir. Nitekim Mesih, “Vaat Edilen Barış Prensi”dir. Nasıralı İsa, “Ben dünyayı yargılamaya değil, onu kurtarmaya geldim,” diyecek, sonrasında onu kurtarmak için ölecektir. Küçük Prens’te apaçık bir Mesih kompleksi vardır, yılana kendisini gönül rahatlığıyla teslim edecektir.

Yargı neden bu kadar önemlidir? Çünkü o, bir rıza meselesidir. Doğanın yasalarından çıkmayan her türlü iktidar ancak gönüllü ya da gönülsüz rıza ile kaimdir. Efendi ancak kölenin köleliği kabul etmesiyle mümkün hâle gelir. Kişinin kendi kendini yargılaması ise “doğal hukuk”a dönüş demektir. Küçük Prens’in aşkın bir yargıca sırtını dönüp yoluna devam etmesi, bir üst-insan tavrıdır. Yasanın neye hizmet ettiğini sorgulama vesilesidir. “Ben kimseye ölüm cezası vermek istemiyorum,” dediğiniz takdirde büyükelçilik görevine hazırsınız demektir. dergi-nokta1

*İllüstrasyon çizim: Victor Maury

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 17.sayısında yayınlanmıştır.