Hasan Ali Yıldırım

Evden çıkar çıkmaz köşebaşında, durakta, otobüse bindiğinizde, otobüsten inip yolda yürüdüğünüzde; sokakta, caddede, parkta rastladığınız insanların, envai çeşit eşyanın; o insanlarla bu eşyanın arasındaki binbir türlü ilişkinin, etkileşimin, küçük ama insanca durumların, olayların ve olguların yazarıdır Orhan Kemal. Bütün bunları olanca doğallığıyla, sıcaklığıyla, sadeliğiyle anlatmanın ustası. Ne kendisinden önce, ne de onun izinden gidenlerce bu basit gerçeklikler, küçük çaplı göğüs kramplarını tetiklercesine bir maharetle anlatılabildi.

Yaşanan hayatın, her nasıl sürgitleşmedeyse öylece ama etkileyici ve inandırıcı, birebir göz önünde canlandırıcı yazarı.

Ürünlerini anılarının boyunduruğundan kurtaramamış bir yazar ne ki. Varsın olsun; şu iki önemli özelliğe sahip ya: Doğal diyaloglar ve karakterler arasındaki bağın sağlamca bina edilişi.

Şimdilerde kitapları nihayet yeniden yeniden basılan Orhan Kemal’in adı anılır anılmaz akla ilk gelen olgular bunlar. Aramızdan ayrılışından beri geçen onca zamana karşın, hâlâ otobüste yanımızda oturan güngörmüş bir bilge gibi bize seslenen bu adamın sanatının sırrı ne acaba? Nasıl anlamış edebiyatı ki basitliğinin etkileyiciliği, gün geçtikçe azalacağına artmakta.

Ağustos 1970 tarihli Varlık’ta kendisiyle yapılmış bir söyleşiden bu sırrın ipuçları süzülebilir: “Sanatımın amacı… Şöyle özetlemekte bir sakınca var mı acaba? Halkımızın, genel olarak da insan soyunun müsbet bilimler doğrultusundaki en bağımsız koşullar içinde, en mutlu olmasını isteme çabası.” Ünlü Lincoln’ün demokrasi tarifi gibi: “Halkın, halk için, halk tarafından yönetimi,” der o. Biz de neden şöyle demeyelim? “İnsanlığın, insanlık tarafından, insanlık için yönetilme çabası adına sanat.”

Görüyorsunuz, naifliğini gizleme ihtiyacı hissetmeyen bir iyi niyet onunkisi.

Ahali Nasıl Yaşar, Ne Hisseder?

Toplumcu edebiyat anlayışını milli edebiyatın bir adım önüne çıkaran Refik Halit Karay’dan sonra, dümeni siyasete kırmayı seçerek belki kendi ruhunu dinlendiren ama bizi şahesersiz bırakan müstakbel büyük usta Sabahattin Ali ve bireyciliğe geçişin ilk örneklerini maharetle dillendiren Sait Faik ile birlikte 1950’li yılların bir diğer damarıdır Orhan Kemal.

Gerek hikâye ve roman kişileri, gerekse bu kişilerin muhtemel dünyalarına bağlılığıyla, edebiyatımızda toplumcu gerçekçilik şeklinde isimlendirilen bir anlayışla ürünlerini verir. Bu anlayışın, kendinden menkul sığlığından uzakta elbet.

Ne ki bir kuramdan süzülen değil, bir yaşantıdan dökülen karakterleriyle gündelik gerçekliği, sanat gerçeğinin bir adım önünde tutmayı tercih eder. Beğenilmesini de bu tercihe borçlu; beğenilmesini ve aynı zamanda büyüyememesini.

Bu minvalde yer yer durağan gerçekliği, yazının geçişli, akışkan dünyasına salıvermeme, tersinden söylersek, yazının tek bir bildirgeye indirgeyemeyeceğimiz çoğul anlamını, yaşanmışın dar kalıplarına hapsetme tehlikesiyle karşılaşmış.

İç Dünyayı Dışlamak

Orhan Kemal, âdeta vagon vazifesi gören diyaloglar üzerine bina ettiği anlatımı ve bir kamera gibi kullandığı dili ile tahayyülâta, bilinçaltına ve bu dünyanın türlü bilinmezlerine açılarak çokuçluluk sergilemeyi seçmeyen bir yazar. Vurgulamakta yarar var: Seçmeyen! Gerçeğin yazarı Orhan Kemal o yüzden de. Doğru, çıplak gerçeğin. Çıplak derken, pornografi mi geldi aklınıza? Evet, pornografik, erotizm değil.

Yelken dergisinde, Kasım 1963 tarihinde kendisiyle yapılan söyleşide gerçeklikle ilgili endişelerini şöyle dile getirir:

“Gerçeklik, bir bakıma çok kaypak bir kavram. Dışımızda: Yani bilincimizin dışında, bilincimize bağlı olmayarak varolan gerçeğin tıpatıp fotoğrafını çekip okurlara göstermek de bir çeşit gerçekçilik sayılır. Ama buna ‘naturalizm’ diyorlar. Şuna benzer: olmakta olanı olduğu gibi yansıtmak, başka bir deyimle doktorun hastasındaki hastalığı görmekle yetinmesi gibi bir şey. Benim andığım gerçekçilik yalnızca bu kertede kalmamalı. Onun için sanatçı gerçeğin ölçülerini kendinde toplayıp “Olmuş mu?” ile birlikte “Olabilir mi?”nin karşılığını verebilmeli. Bununla da kalmamalı, “Nasıl olmalı?”ya da karşılık bulabilmelidir. Sanatçı doğanın kopyacısı değil kendinden bir şeyler katan bileşimci olmalıdır. Bilmem anlatabildim mi?”

Küçük Adamın Küçücük Hikâyesi

Yazarın, günlük hayatta birebir karşılığını bulabileceğimiz sıradan karakterlerinin toplumla, düzenle münasebetleri ve küçük ama sahici konuları, alışılageldik tekniklerle çarçabuk anlatma derdi, eserlerinin mihenk taşını meydana getirir.

Böylece yazarın, sanat eserinin dış gerçekliği yansıttığı düşüncesini benimsediği; buna mukabil, genel, kanıksanmış ve güvenilirden meçhule, bilinçaltının türlü geçitlerine doğru bir evrilmeyi hedeflemediği görülür. Kaldı ki dış dünyayı bu denli merkeze alan ve rotasını bu dünya üzerine sabitleyen bir metinden de iç yaşantının türlü dehlizlerine ışık tutması beklenemezdi.

Orhan Kemal’in aynı zamanda güçlü bir diyalog yazarı addedilmesinin sebeplerinden biri de henüz eserlerinde dillendirilmeden önce, kahramanlarını bir bütün hâlinde tanımlayışı, her birinin tam olarak kim olduğuna ve ne yaptığına ilişkin bilgisidir şüphesiz. Bir bilinmezliğe kapı aralamayan ve içine doğdukları coğrafyanın alışkanlıklarını paylaşan karakterleri, iç buhranlarıyla değil, dış mekânda durdukları yerle, tutundukları konumla bir yer edinmişlerdir; sır dünyasına kapı aralamazlar. Çağrışım zenginliği, bu zenginliğin kişilerdeki neticeleri, kısaca sancılı tarafımızı meydana getiren ve varoluşumuzu sorgulayan anlam boşluklarından uzakta, -her ne kadar toplumcu edebiyatın nüveleri olarak adlandırılsalar da- tümel birer bireydirler bu kahramanlar.

Orhan Kemal’in gerek kahramanları, gerekse tipleri, yazının ana anlatım öğesi olarak, bir hâle ya da bir olguya kenetlenmiş ânlık tepkileriyle değil, tüm zamana yayılmış kişilik özellikleriyle ortaya çıkar. Kimileyin yazar da güçlü gözlemleriyle bir üçüncü göz olarak aralarına katılır. Zaman, bu anlamda devinmez; başladığı noktadan daha ileriye çizgisel bir rota takip eder.

Şüphesiz Orhan Kemal’in kalemi de gerçekliğin sıkça sorgulandığı “Dil gerçekliği yansıtır mı?” sorusu etrafında, eleştirmenlerce türlü değerlendirmelere tabi tutulmuştur. Ancak yazar yahut okur kimliğimizle, kendinden menkul, duyarlığımızın dışında, önceden verili bir dış dünya tasavvuruna sahip olabilir, ne de metni bu bağlamda nesnel, nötr bir okumayla algılayabiliriz. Algılarımız her zamanki gibi seçtiği ân (=parça) üzerine tüm bir yapı inşa edecek, kendisiyle nesnesi arasında özel (=etkin) bir bağ kuracak, çağının, kavrayışlarının ve daha bir sürü tecrübenin ışığında dönüştürecek, parçalayacak, kısacası onu anlamlı kılacaktır.

Gözönünde Canlandırabilmek

Yarattığı tiplerin, içinde bulundukları olumsuz şartları tahkik etmeye değil, göstermeye yönelik duruşları bir ikilem gibi gözükse de Orhan Kemal, Türk Edebiyatı’nda tiplerini ve bu tiplerin yaşadıklarını anlatırken bizzat gözümüzün önünde canlandırmayı başarmak gibi bir istisnanın adamı. Ne ki böyle bir istisna, bir yazarı büyük değil ancak ilginç kılabilir. Buradaki ilginçliği de ilgi çekmekle sınırlandırmak gerek. Sonuçta kendi ifadesiyle, hiçbir metnini müsveddenin dışına çıkaramayan’ bir yazardan sözettiğimizi unutmamak gerek.

Gerçeğin yazarı, evet. Ne ki Cumhuriyet gerçeğinin. Olanca gençliğiyle, deneyimsizliğiyle, bilgisizliğiyle, önyargılarıyla, acımasızlığıyla, cesaretiyle ve elbette bolca edepsizliğiyle. En çok da eskiye dair ne varsa onun tel’ininde görmekteyiz bu edebe mugayirliği; maziperestlere inat. Hatırlamakta yarar var; gerçek başka bir şeydir, hakikat başka. Gerçek, hakikatin veçhelerinden yalnızca biri. Dolayısıyla gerçeği kavramak, asla hakikati kuşatmak manâsına da gelmemekte.

O yüzden de Orhan Veli’nin kurmacadaki muadili. Biri bin yıllık Türk şiir geleneğini bir gecede dinamitledi; öteki aynı enkaz üzerinde kendi can yakan, yürek burkan, zihin acıtan gecekondusunu kurdu. O yüzden Orhan Kemal, Cumhuriyet nesrinde müstakil bir ada. Adacık daha doğrusu. Büyük ölçekli haritalarda ancak görülebilecek bir ebat ama. 

Arka Kapak dergisi 21. sayı