Tuğba Coşkuner

Kafa kâğıdınızdakiyle değil de hâlâ doğanın izdüşümünden devşirilen isimlerinizle çağrılabildiğiniz bir dönemde; ahlaki, akli, edebi boyut bakımından – ne mutlu ki – bakir kalabilmiş bir klanı ve bu klanın kaderini size bir müzikalmişçesine sunan bir kitap. Yazar, Musa’nın asasını kapitalizm uğruna yakan ya da en azından satışa çıkaran, henüz bin bir yapaylıkla kirlenmemiş geceyi camla kesip de kıyamet kadar karanlığı içimize boşaltan, her sabah sabun köpüğünden inşa ettiği göğe bakan Nemrut mizaçlı bazı beyaz adamlardan ve faili olduklarından dem vuruyor yapıtında. Ve nihayetinde de, beyaz adamlar sebebiyle klanın dağıtılmasını, ayrı ayrı dağlara sürgün edilmesini, aşağılanmasını konualan öncelikle eğitimcilerin ve sonra diğer herkesin başucu kitabı yapması, çantasından eksik etmemesi, kısım kısım birçok mesleki yemine dâhil edilmesi gereken gülbeşeker, deryadil ve aklı gıdıklayan bir eser diyebiliriz buna.

Başlığın da ele verdiği gibi hem kitabın hem de başkahramanın adıdır Küçük Ağaç. Tüm mesele de onun eğitimiyle ilgilidir zaten. Küçük Ağaç’ın eğitimine, annesi ve babasını kaybetmesinden dolayı büyükbabasıyla büyükannesi destek olur. Ancak destek olmak ve eğitim mevzuu anladığımızdan çok farklı bir boyut taşımaktadır. Bizim daha tuvalet eğitimimizi tamamlamadığımız bir yaşta başlar Küçük Ağaç talim ve terbiyeye. İlk başta doğayla beraber yaşamayı, özyasaya itaat etmeyi, kendisi için doğayı asla incitmemesi gerektiğini öğrenir; eli yaşayacak kadar iş tutmaya alıştırılır. Psikomotor eğitiminin yanında kelime ezberlemeye ve büyük feylesofların kitaplarına konu olan, bizim erginlikte bile anlamadığımız, anlamadığımız için de hak vermediğimiz meseleler üzerine fikirler üretmeye, öğrenmeye başlar. Şimdiki ukala çağın çokbilmiş, mürdedil beyaz adamının dahi edinmediği kadar, kütüphane kültürleri vardır. Büyükbabanın okuma yazma bilmemesi bile bir sorun teşkil etmez.


Küçük Ağaç’ın Eğitimi
Forrest Carter
Çevirmen: Şen Süer Kaya
Say Yayınları

Matbu kaynaklarla eğitilmesinin yanı sıra hayvanları dinlemeyi, toprağı duymayı, kuşun kanat cızırtısını hissetmeyi, ağaçlarla sevdiklerine haberler göndermeyi de öğrenir Küçük Ağaç. Toprak Ana ise okuyucuyu utandıracak, Cengiz Aytmatov’u kıskandıracak kadar kutlu bir meseledir onlara göre. Bu eğitimde ve anlayışta ilk insanın sadeliği ve samimiyeti vardır. Yerliler bize, Sezai Karakoç’un gök giysili insanlarını, batanları sevmeyenlerin Güneş’ini hatırlatır bu kitapta.

Yerli bir kabilenin zoraki bir çekirdek ailesinin üyeleridir üçü. Yarım deste kadar köpekleri, bir binek hayvanları, bir de çok gizli şarap üretim merkezleriyle. Aileye insan harici diğer varlıkları da ekledik; çünkü kitabın öğretisi tam da buna dayanıyor zaten. Ay’ı devirip Güneş’i iktidara getiren doğayla hemhal olma, her gün yeni bir özle muştulanmış olarak uyanma, her şeyin bir ruhu olduğuna inanma, ancak yaşayacak kadar avlanma ve para kazanma, yabani ve evcil tüm hayvanlarla düşlerini paylaşma, onların düşlerine ortak olma, herhangi bir mevcudiyete kırk yıllık eşiymişcesine saygı ve aşk duyma meselelerine dair anlatılarla bezenmiştir kitap. Şimdinin doğayla kendini aynı cümlede bile kullanmayı beceremeyen insanları için uçuk kaçık bir anlatı sayılabilir eser. Öze dönmek, özümüzü keşfe çıkmak için bir vesile olmasına, Albert Camus’un absürd edebiyatının absürtlüğüne istihzayla muamele etmesine rağmen.

Roman, Küçük Ağaç’ın organik tahsilinin siyasiler tarafından zorunlu eğitim vesile kılınarak kesintiye uğramasıyla devam eder. Ruhu, kapitalizmin ürettiği elektrik tellerinden bile ince olan dağ adamını, Ivan Illich’in Okulsuz Toplum kitabını tasdikler mahiyette boğar resmi eğitim. Zaten yazar da Küçük Ağaç’ı ve bizleri daha fazla sıkıntıya sokmak istememiş olacak ki bir güzel rastlantı ve sürprizle yatılı okuldan kurtarır onu. Ancak zorunlu eğitim, felaketten oluşmuş domino taşlarının ilk taşını yıkmıştır, sıkıntılar art arda geliverir. Önce büyükbaba sonra büyükanne sonra da karındaşlarından farksız köpeklerini uğurlar göğe Küçük Ağaç. Henüz altı yedi yaşlarında olmasına rağmen bu zorluklara, bir başınalığa ve çalışma hayatına atılmışlığa dayanabilir; çünkü böylesi bir ruh sağlığına kavuşmuş, erdemi kemale erişmiştir. Günümüz insanının kırk yaşında bile ulaşamadığı erdeme Küçük Ağaç, Küçük Ağaçken ulaşmıştır; çünkü yerliler dünyaya, hayata ve nihayetinde içlerine bizim baktığımızdan farklı gözlüklerle bakarlar. Özdemir Asaf’ın dediği gibi yalınkat sevmek ve yaşamanın sırrını çözmüşlerdir. Yazar, yerli kabilesinden tamamının bu minvalde bir mizaca sahip olduğunu roman boyunca vurgular, beyaz adamın ve siyasilerinin barbarlığını vurguladığı gibi. Baş ve yardımcı kahramanlar arasında geçen konuşmalar Kelile ve Dimne, Bostan ve Gülistan’daki öğretilere benzemekle beraber birçok ahlak kitabından daha etkileyici, ikna edicidir. Kanaatten, sabırdan yapılmış bir heykel gibi tüm ifrit duyguların önüne dikilir kitap.

Kitap, kapitali put haline getirmiş insana bir farkındalık sağlar mı bilinmez ama kalbe, göze inen perdeleri yırtmanın zamanının geldiğini hissettirir, birkaç gece uykusuz bırakır, vicdanı karıncalandıran, size huzursuzluk veren şeylerden sakınmamanızı öğütler, doğru yolda olmak ve doğru üzerine düşünmenin mizacının bu olduğuna ikna eder.

Roman bitimsiz biter. Küçük Ağaç’a ne olduğunu bilemeyiz, onun nasıl olduğunu da. Evlerinin, yerlilerin, şarap üretim merkezinin kaderini de. Ancak metni bitirince kuşlarla yarışan ve şansınız varsa isten pisten dışarıyı görebildiğiniz bir pencere bulabilir ve kenarına başınızı rast düşürürseniz cevabı biraz da olsa kestirmiş olacaksınız.

Arka Kapak dergisi 11. sayı