Samet Altıntaş

Gönül kerestesile bir Yenişehir ve Pazar yap. Kırıp geçirdin küffarı Bursa’yı da yık tekrar yap.

Osmangazi

Peki, bugün şehircilik nedir? Bir ideoloji mi? Genelleşmek isteyen belirsiz ve kısmî bir pratik mi? Teknik unsurlar içeren ve kendini dayatmak için otoriteye güvenen bir sistem mi? Ağır ve ışık geçirmez bir gövde, yolun üzerindeki bir engel, sahte bir model mi? Bu soruları sormak gerekir. Ve açık ve güçlü bir cevap da istemek gerekir.

Henri Lefebvre, Kentsel Devrim


Tanpınar’ın çizdiği hülyalı saatler, ‘muayyen bir devrin malı’ olan Bursa üzerine eğilen, şehrin gönül dünyasına girme mülahazasında olanlar için bir zorunluluktur âdeta. Öyle ki elimiz, kolumuz bağlanmış olur, onun Beş Şehir’deki Bursa’da Zaman pasajlarını okurken. Ne bir itiraz ne bir reddediş vardır anlattıklarına, aktardıklarına karşı. Kendisi bile yer yer Bursa üzerine kurduğu bazı cümleleri tevil yoluna giderken, bizler sarıp sarmalarız o güzelim tespitleri. Oysa Ahmet Oktay’ın dediği gibi “Tanpınar’ın ‘çinilere sinen Kur’an sesini’ duyabilen kulağı, keşke Merinos işçisinin vardiya dağılış saatindeki konuşmalarını, iç sıkıntılarını, gündelik kaygılarını da duyabilseydi biraz.”

Burada Tanpınarsız Bursa üzerine bir şeyler anlatmak değil niyetim. Bunu baştan haber vereyim, sevgili kari. E, nedir o zaman dert yahut tasa? Şu: Keçecizade Fuad Paşa’nın 1855 depremi sonrası söylediği, “Eyvah, Osmanlı’nın dibacesi zâyi oldu!” sözündeki telaş ve şefkatin devamlılığı hususu. Paşa’nın bu mistik tavrı, taht-ı kadime karşı romantik bir Bursa izleği çıkarmıştır hiç kuşkusuz. Fakat Bursa, bugün mahut kelamın neresine düşüyor, neresinde yaşıyor, var mıdır bilen, gören, duyan, işiten?


Elimizde sadece eski Bursa’nın Hanlar Bölgesi, Sultan Külliyeleri, Cumalıkızık alanı gibi birkaç dekoru kaldı. Ki UNESCO’nun baktığı yerler de buraları zaten. Peki, onları makyajlayıp, pazarlamak mı şehri sevmek yoksa Bursa’ya devrimci bir duyuşla yeniden eski ihtişamını hatırlatmak mı?


Mazinin simetrisi yahut UNESCO’nun kültürel mirası

Hadi, yine Tanpınar gibi konuşayım, “Bursa, milliyetimizin en güzel kaynağı.” Tamam, ama bu söz, asıl anlamını kavrayabildi mi zaman içinde? Sanmıyorum… Tamam, Beşir Ayvazoğlu’nun da çok güzel ifade ettiği gibi, Bursa o şehirlerden ki ünsiyet ânı yakalandı mı, bütün bir tarihi, derinliğine hissetmek mümkün. Lakin mazinin simetrisi üzerinde yükselen bu tarih anlayışı, şehirde yaşayan ya da ikamet eden günümüz bireylerine bir şey katıyor mu? Büyük bir emek sonrası 2014’te Bursa Alan Başkanı Prof. Dr. Neslihan Türkün Dostoğlu’nun başını çektiği ekibin gayretleri neticesinde UNESCO’nun dünya kültürel mirasına dâhil ettiği güzel şehrimiz, onu ev olarak kullanan hemşerilerinin umurunda mı? Şehrin bir yatakhaneye indirgenmesi sorunsalıyla nasıl baş edilecek? Ya şehri idare edenler? Onlara ne demeli? Bursa’nın kurumsal ve ideolojik kimliğine ne kadar vakıflar?

Elimizde sadece eski Bursa’nın Hanlar Bölgesi, Sultan Külliyeleri, Cumalıkızık alanı gibi birkaç dekoru kaldı. Ki UNESCO’nun baktığı yerler de buraları zaten. Peki, onları makyajlayıp, (Gerçek restoreler ve bu yönde çaba sarf eden idareciler bu şikâyetten beridir.) pazarlamak mı şehri sevmek yoksa Bursa’ya devrimci bir duyuşla yeniden eski ihtişamını hatırlatmak mı? Bugün, maalesef, felsefesi, altyapısı olmayan bir şehircilik anlayışı, algısı ile muasır medeniyetler seviyesine çıkmayı hedefliyoruz. Oysa hakikat şu: bir ülkemiz var; ama bir şehrimiz yok. “Güzeli tanımayan, bilmeyen, önemsemeyen bir şehircilik” diyor Dücane Cündioğlu bu hale ve şöyle sürdürüyor konuşmasını:

“Her şey halk için ve halka göre. Çoğunluk için ve çoğunluğa göre. Midesiyle ve bağırsaklarıyla alakalı obur bir kütlenin ihtiyaçları için her şey. Ve her şey onlara göre, kalabalığın seviyesine göre. Ellerindeki oy pusulalarıyla şehri ve şehrin geleceğini tehdit eden kitlelerin beklentilerine göre. Oysa bir şehrin seçkinleri de olur, olmalı. Beyni ve kalbi. Pek tabii ki bir de ruhu. Şehirlerimizin artık ruhu yok. Hastalanmıyorlar bu yüzden, sadece bozuluyorlar. Bir makine gibi. Cansız bir makine. Ruhsuz. Makinelerin kalbi olur mu? Ve dahi ruhu?”

Kentsel Devrim
Henri Lefebvre
Çev: Selim Sezer
Sel Yayıncılık

Gri Bursa!
Bursa’nın odalarını ziyaret edin, karşınıza behemehâl Osmanlı çıkacaktır. Hem de yıllardır süren onca talana rağmen. Ancak arkaplandaki Osmanlı, günümüz dünyasına kafa tutamıyor. Floransa, bugün hâlâ Roma’yı sunarken, Bursa, İmparatorluğu kuran şehir olmasına rağmen, bu keyfiyeti takdim etmekte oldukça beceriksiz, korkak, belki de küskün. Bence Bursa da bu halinden memnun değil. Onu salt geçmişle anmak, omuzlarına taşıyamayacağı bir yük kondurmak gibi geliyor sanki. Mekân okumasından yola çıkarsak, Tophane semtinden şehre bakın ne demek istediğim daha net anlaşılacak. ‘Yeşil Bursa’ imajı terk-i diyar eyleyeli çok oldu mesela. Şehrin bu halini dedemin Selanik’ten Gölyazı’ya hicret eden babası görmüştür, bir de Hamzabey mahallesine taşınan dedem, biraz da annem herhalde. Fabrikalara lanetler yağdırarak işportacı bir anlayışla kaytaracağım düşünülmesin sakın. Acı çekerek söylüyorum ki Bursa, kendini çürütüyor. Şehrin bitmesine kaç sene kaldı bilmiyorum; ama çok da uzak değil beklenen felaket. Bu arada başınızı ağrıttıysam benim yerime Jorge Luis Borges de konuşabilir, “Bir açıklamada bulunayım.” diyerek giriyor söze ve devam ediyor, “Bir şeyi görebilmek için onu anlamak gerekir. Koltuk, insan bedenini, eklemlerini ve tüm organlarını önceden kabullenir; makas da kesme eylemini… Bir gemi yolcusu, halatları tayfaların gördüğü gibi göremez.” Bursa’yı gerçekten görebilseydik belki onu anlardık. Ve onun dünyanın sayılı imparatorluklarından birini mayalamış, halen hakkında ileri-geri fikir beyan ettiğimiz bir organizasyonun ilk oyun kurucusu olduğu gerçeğini hatırdan hiç çıkarmaz ve ona göre hareket kabiliyetimizi genişletir, manevralarımız hep bu istikamette olurdu.

Yeşil alev…
Kuruluş’un o tadı geçmeyen, rengi bir türlü solmayan havası altında birtakım idealar üretmek belki çok güzel. Ama bugüne merhem olması açısından yeterli mi bilmiyorum. Benim için kıyıda kalmış bir türbe, arazi zorluğundan ötürü daha dokunulmamış bir çeşme, restore görmemiş bir mescid, içinde dostlarımla çay eşliğinde hasbihal ettiğim bir han köşesi görmek mutlu ve umutlu olmam için yeter sebep. Lakin eskiliğin kalıcı olacağına dair resmî bir çalışma maalesef yok. Hisar içindeki birkaç evin korunması en popüler Osmanlı yüzyılının sermimarı Sinan’ın bile dokunmaktan imtina ettiği Bursa’yı zinde tutmaya yetmiyor. Rivayet olunur ki Mimar Sinan, Bursa’ya gelip, bütün mimarî yapıları inceler ve ‘Benim mimarî anlayışım çok farklı. Bursa’da herhangi bir eser yapmam. Yaparsam, ya benim yaptıklarım gölgelenir ya da mevcut mimarî yapılar’ der. Koca Sinan, sözünde durur ve Bursa’da eser yapmaz. Fakat şehirde gördüğü mimarî özelliklerden ikisini, İstanbul’da inşa ettiği, kalfalık eserim dediği Süleymaniye Camii’nde uygular: Bunlardan biri Ulucami’nin hava sirkülasyonu özelliği, diğeri Hisar’daki İsabey Fenari Cami’nin eko sistemi.

Hal böyleyken bugün Ulu Cami’nin hemen çevresinde çok katlı bir apartmanın yükselmeyeceğinin garantisi yok mesela. Bir şeyin değişmemesi, sabit kalması diyalektiğe ters bir durum, kabul. Bir şehir tabiî ki zaman içinde istihalelere uğrayacak. Ama Bursa’yı Bursa yapan aslî haline ateş değmeyecek(ti). Yoksa kıvılcımların nasıl bir enkaz bıraktığını görüyoruz, gördük, göreceğiz. Sami Baydar, ‘Yeşil Alev’ şiirinde ne de güzel anlatıyor hâli, “Yıllar geçti üzerinden/azaldım gücüme gitti her şey/ne garip önlemler bunlar!”

2014 senesinde İngilizler, başkentlerinin siluetini korumak adına 236 yeni bina projesinden memnun olmadıklarını gerek sosyal medya vasıtasıyla duyurmuşlar, gerekse toplantılar düzenleyerek tepkilerini dile getirmişlerdi. Ve 75’er katlı gökdelenlerin Londra’nın kadim görüntüsüne suikast olacağını söylemişlerdi. Çünkü başkentin yaklaşık 300 yıldır en yüksek binası Aziz Paul Katedrali olduğunu hatırlatayım. Şehrin kalesi Ulu Cami’nin siluetini hiçe sayan ucubeler için Bursalıların da kıyama durmalarını bekliyorum. Belki o zaman ahir zaman Bursa’sını yeniden inşa edebiliriz.

Benim nazarımda son Bursalı addettiğim Safiyüddin Erhan Beyefendi, kelamından şifa damlası ümidiyle, yaramıza noktayı koysun, “Bu yolda ya nezaketle savrulacağız ya kabalıkla kovulacağız!”

Beş Şehir
Ahmet Hamdi Tanpınar
Dergâh Yayınları

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 1.sayısında yayınlanmıştır.