Savaş Kılıç

Lévi-Strauss’un “Küçük Mitolojikler” dizisinin son kitabı olan Vaşağın Hikâyesi (Histoire de lynx, 1991), Kuzey Amerika yerlilerinin mitolojisinde sis ile rüzgârın, kırkurdu ile vaşağın benzerlik ve ayrılığını baş döndürücü bir biçimde anlatıp analiz eder. Fakat 82 yaşındayken yayınladığı bu kitaba antropoloğumuz bir sonuç bölümü yazmamış, metni askıda bırakmış gibidir. Sondan bir önceki (18.) bölümde beklenmedik şekilde Montaigne’e döner ama varmak istediği yer pek belli değildir. Lévi-Strauss kitabını bitirmek için bir süre sonra çok ilginç bir hamle yapar: Bir İtalyan gazetesine aynı yıl –ironik bir başlıkla– “Yazar Kitabını Tanıtıyor” diye bir yazı yazarak yirminci bölümü eklemiş gibi olur.1 Kitabında ele aldığı motifleri kısaca ve basit bir dille özetledikten sonra, kitabın son kısmında üstü kapalı olarak ele alınan temaya, yerliler ile eski dünyalılar arasındaki zihniyet ve tarih farkına gelir. Ne de olsa 1992, eski dünyalıların Amerika’yı keşfinin 500. yılıdır ve antropolog mensubu olduğu “muzaffer” eski dünyaya değil, bu karşılaşmadan mağlup çıkmış –ama gönülden bağlı olduğu– “yeni dünya” yerlilerine saygısını sunmak istemektedir. Bunun için de, açıktan açığa sorulmamış bir sorunun cevabını vermeye çalışır: Yerlilerin eski dünyalılara kucak açmasına (ve dolayısıyla yok olmasına) neden olan neydi?

Mitolojiye dönelim: Vaşak sis, kırkurdu rüzgârdır; ikisi aynıyken (ikizken) birbirlerini başkalaştırmış, birbirlerinin yüzlerini eğip bükmüş, kulaklarını uzatmış; biri kedigillerden, diğeri köpekgillerden olmuştur. Aynı kültürlerde, ikiz bebeklerden birinin, hatta ikisinin öldürülmesiyle sonuçlanan “ikiz tedirginliği” ile bu mitos arasında ilk bakışta bir ilişki yok gibidir. Ama Lévi-Strauss, kültür alanında da, görünürdeki düzensizliğin ardında görünmez bir düzen, duyumsanabilir kaosun gerisinde kavranabilir bir kozmos varsayar. Vaşak ile kırkurdunun başkalaşması, ortak kökenli olayların (havanın soğumasının sonucu olan rüzgâr ile havanın ısınmasının sonucu olan sisin) ayrışması, ikizlerin verdiği tedirginlik, özdeşliğin yerini farklılığa bırakması gerektiği, Bir’in yerini İki’nin alması gerektiği kabulünün, aynı’nın başka’yı doğurması isteğinin ifadesidir ona göre. Amerika yerlilerinin mitlerinin zımnen ilan ettikleri şudur:

Doğal olayların ve toplum hayatının düzenini belirleyen kutuplar, yani her çiftin ögeleri, birbirlerini gerektirseler de asla ikiz olamazlar. Aynı daima başka’yı doğurur. […] Amerika yerlilerinin mitolojisinde bu kadar büyük bir yer tutan ikizliğin hiçbir zaman saf halde belirmemesi bu şekilde açıklanır. […] Her safhada ülküsel bir biçimde ikiz olan kısımların hep eşit olmadıkları açığa çıkar. […] Yerliler başkasının varoluşuna sistemleri içinde metafiziksel varsayım olarak yer veriyorlardı. […] Felsefi düşünüş ve anlatısal yaratıcılık düzleminde tezahür ettiği haliyle, yerlilerdeki bu zihniyet ve yaklaşım, Avrupalıların zihniyet ve yaklaşımı ile şaşırtıcı düzeyde çelişmektedir. Kıtanın keşfini izleyen ilk yıllardaki ayırt edici özellik, insanlara ve şeylere karşı ilgisizliktir, oldukları gibi kabul etmek istemedikleri yenilik karşısında bile isteye bir körlüktür. […] Kendi üzerine bu kapanma, bu ürkeklik, bu bile isteye körlük, kendini tamama ermiş ve dolu zanneden bir insanlığın, o insanlığın ancak yarısını oluşturduğunu birden anladığında verdiği cevap olmuştur. 

Aynı’nın verdiği huzursuzluk başka’ya açıklığın önkoşuludur:

Amerika yerlilerinin inanış ve kurumlarında bence iki parçalı bir ideoloji iş başındadır. Fakat bu ikiciliğin durağan hiçbir tarafı yoktur. Ne şekilde tezahür ederse etsin, öğeleri daima değişken bir dengededir. Dinamizmini de, kucak açtıkları beyazlar çok ters niyetler besledikleri halde yerlilerin sergilediği “ötekiye açıklık”tan almaktadır. (s. 70-72, vurgular benim.)

Kısacası, Kuzey Amerika yerlileri eski dünyalılarla karşılaştıklarında onlardan çok daha çoğulcu, dolayısıyla çok daha uygardılar – tabii uygarlığın göstergeleri teknolojik üstünlükte ve tahakküm isteğinde aranmadığı sürece.

Lévi-Strauss’un yerlilerin mitolojisi üstüne yaptığı derin ve güzel analizi sorgulamak, bu konuda hiçbir şey bilmediğim için, haddim değil. Buna karşılık karşılaştırmanın öteki tarafıyla ilgili değerlendirmeler hakkında kafamda soru işaretleri var. Kitapta karşı kefeye konan sadece Montaigne’dir (yani, “keşif”ten bir yüzyıl kadar sonra yaşamış ve yeni dünyaya en açık Batılılardan biri), yazıdaysa Georges Dumézil’e referansla2 Hint-Avrupalıların 3 parçalı ideolojisi eklenir buna. Birincisi, Lévi-Strauss’un bilim ile mitsel düşünce, felsefe ile mitsel düşünce arasındaki her türlü niteliksel hiyerarşiyi ortadan kaldırma eğilimine saygım sonsuz ama, mitoloji ile felsefî düşünce sosyolojik olarak farklı değil midir; ait olduğu çevrenin niceliği bakımından mitoloji ile bir filozofun düşünceleri (en nihayetinde, Montaigne’in düşünceleri kendisinden başka kimseyi bağlamaz) karşılaştırılabilir mi? Bir başka deyişle, Montaigne ne ölçüde çağının ideolojisini temsil etmektedir? (Bu meçhul. Böyle bir karşılaştırma meşruysa, Dostoyevski’nin İkiz veya Öteki başlığıyla çevrilen romanında ifadesini bulan “aynı oluşun huzursuzluğu” ile veya Baudelaire’deki egzotizmle neden karşılaştırmayalım?) İkincisi, Hint-Avrupalıların üç parçalı ideolojisi ile Amerika yerlilerinin iki parçalı ideolojisi her bakımdan karşılaştırılabilir elbet ama, 1491’de Amerika’yı “keşfeden” Avrupalıların ideolojisinin hâlâ o üç parçalı kök-ideoloji olduğunu nereden biliyoruz? Üçüncüsü, Hint-Avrupa ideolojisinde öteki’ye, başkasına açıklığa elverişli olmayan neydi? (Büyük antropolog bu konuya hiç girmemiş.) Dördüncüsü, bu “başkasına açıklığın” eksikliği eski dünyada Hint-Avrupalılara mı özgüydü? (Yahudi, İslâm, Çin ve Japon, vb. uygarlıklarının ideolojik durumlarının da üstüne düşünmeye değer olduğuna şüphe yok.)

Bu sorularla amacım Lévi-Strauss’un girişimine gölge düşürmek değil, aksine düşünme çabasının alanını genişletmek. Yaban Düşünce’de, Kıskanç Çömlekçi’de (La potière jalouse, 1985), Irk, Tarih ve Kültür’de açıkça, diğer çalışmalarında az çok örtük biçimde var olan yerlilerin bakış açısından, “uzaktan bakış”la Batı kültürünü temellerinden eleştirme projesinin “motivasyon”unu, psikolojik kökenini eserinde suskunluk içinde var olan, yokluğuyla kendini belli eden bir tarihsel olayda (Yahudi Soykırımı) aramazsak; modern uygarlığa, Batı’nın dünyanın geri kalanı karşısındaki kibrine getirilen eleştirileri kavramakta yetersiz kalırız. Mesele Sartre’ın ağzının payının verilmesi, Freud’un mit yazarı derekesine indirilmesi, kısacası çeşitli entelektüel dedikodular düzeyinden ibaret sanılır ve antropolojiden yardım alarak düşünmüş olmayız. Şahıs adları düşüncelerin kısaltılmış adları olarak okunmazsa, Lévi-Strauss’un Batı’nın şahsında her türlü “soykırımcı aklı” eleştirdiği ıskalanmış olur. 

_______

  1. Bkz. Lévi-Strauss, Hepimiz Yamyamız, çev. Haldun Bayrı, İstanbul: Metis, 2014, s. 67-74.
  2. Bkz. Mit ve Destan I-II, çev. Ali Berktay, İstanbul: YKY, 2016.

Arka Kapak dergisi 22. sayı