Şule Tüzül

Roman yazarları elbette en başta yaşamdan beslenirler, ama bazı yazarlar için şehirler, mahalleler, sokaklar, mekanlar da bir başlarına en az yaşamın kendisi kadar önemlidir. Öyle ki, bazı şehirler ete kemiğe bürünür zamanla, bir ruh ve karakter edinir. Bizi mutlu ettiğinde sığındığımız, nefret ettiğimizde kaçtığımız ya da alışkanlıkla bağlanıp kopamadığımız kişiliklere dönüşürler.

Okuyucu nasıl ki sevdiği romanlarda kendinden bir parça bulmuştur, çoğu zaman kendine uzak bambaşka yaşamlara dair olsa da nasıl ki bir yakınlık kurmuştur, bazı romanlarda bazı şehirler okuyucu ile yazarı buluşturan, yakınlaştıran, okuyucuyu ta en derinlerde bir yerde yakalayan bir öneme sahip olurlar.

Emrah Polat’ın üçüncü romanı Alocu Tilki’nin Serencamı da (sadece internet üzerinden yayımlanan Bugünden Bakınca isimli romanını da sayarsak dördüncü demek daha doğru), daha önceki romanlarında olduğu gibi Ankara’da geçiyor, bu yüzden Polat’a Ankara’dan beslenen bir yazar demek yanlış olmaz sanırım.

Ankara, özellikle son yirmi yıldır içinde yaşayanlar kadar yazar, fotoğrafçı ve pek çok sanatçı için de kasveti, siz farkına varmadan üstünüze çöken ağırlığı ve yaşamınıza ördüğü duvarlarla zor bir şehirdir. Yaşam hep daha da ağırlaşır bu şehirde. Hep böyle değildi. Yirmi yıl öncenin Ankara’sı bürokrattan çok öğrenci şehri diye anılırdı. Bugün kırklı yaşlarını sürdüren o zamanların Ankara Üniversiteli, Hacettepeli, ODTÜ’lü, Gazili öğrencileri için, yaşamlarının en unutulmaz yıllarını geçirdikleri, kampüslerinin geniş bir parçası olan şehirdi Ankara. Bugün ona “ruhu yok!” diyenlere “bir zamanlar vardı!” dediğim bu şehir, artık olmayan sinemaları, tiyatroları, şaşaasız ama içtenliği ve derinliği ile ruhumuzu yüreğimizi dolduran sanat etkinlikleri ile hepimizi sarıp sarmalayan bir ruha sahipti. Öyle hanım hanımcık bir şehir de değildi elbette; o zaman da Alocu Tilki’nin Serencamı’nın kahramanları Sadık’ın, amcası Osman’ın, Ekrem’in, Cevahir’in, psikopat Can Alan’ın çıkıp geldikleri tekinsiz mahalleleri ile, mafyası ile, bir türlü tamamlanamayan alt yapısı ile zorlukları vardı elbet ama bugünkü gibi değildi. O şehir yok artık, bürokratların ve politikacıların ellerinde ufalanıp gitti. Böyle bir şehirden edebiyata ve sanata dair bir şey üretmek zordur. Kolay değildir kalan ruh kırıntılarından bir ruhu canlandırmak ve o ruhtan beslenmek. Bu yüzden bu şehirden beslenen yazar ve sanatçılara hep şaşırırım, özel bir saygı duyarım.

Ankara’nın o kişilik sahibi zamanlarının içinden geçenler için Emrah Polat’ın Ankara’da geçen romanları, okuyucu ile daha en başta güçlü bir bağ kurarlar. Benim için hep öyle oldu. Çünkü Ankara’da yaşam gerçekten başkadır, Ankara’da yaşayanlar merhabasız akrabalarıdır birbirinin.

Alocu Tilki’nin Serencamı’nda kahramanımız, daha doğrusu antikahramanımız Sadık’ın, başına gelmedik kalmayan Sadık’ın, yaşam serüvenine tanık oluyoruz. “Tilki” hayatını dolandırıcılıkla kazanan Sadık’a, yine bir dolandırıcı olan amcası Osman’ın, camiada İmparator olan Osman’ın, taktığı isim. Tilki Sadık. Sadık aslında ODTÜ Psikoloji Bölümü’nü kazanmış, üçüncü sınıfa kadar okumuş, sonra okulu bırakmak durumunda kalmış, kitap okumayı seven, öyküler yazan ve bazı öyküleri dergilerde yayınlanan hiç de dolandırıcı olmasını beklemediğimiz bir karakter. Ama yaşam ona başka şans bırakmıyor. Zaman zaman kızarak zaman zaman istemesek de gülümseyerek okuduğumuz Tilki Sadık’ın dolandırdığı insanlara dair hikayeleri, kitabın ilk bölümünde olacaklardan habersiz okuyucuyu olacaklara dair fena halde meraklandırıyor. Ne olacak bu işin sonu derken, bazen o kadar kızıyoruz ki Sadık’a, içten içe onun cezalandırılmasını, yaptıklarının bedelini ödemesini istiyoruz. Yaşamın doğal döngüsü içinde, Sadık’a verdiği bir ceza mı bilinmez ama, Sadık’ın başına bir gün öyle bir şey geliyor ki, “oh olsun!” diyemiyoruz. Hele bu ülkede, Sadık tarafından dolandırılan insanlar bile bunu diyemezler.

Sadık bir gün, tamamen rastlantı eseri, içine düştüğü bir olay sırasında belinden ve çenesinden vuruluyor. Asıl hikaye de orada başlıyor. Omurilik felci oluyor ve zor konuşur hale geliyor. Bir anda hem Sadık’ın yeni hayatının çarpıcı hikayeleri ile, hem de “engellilik” konusunda bugüne kadar Türk romanlarında pek de karşılaşmadığımız gerçeklerle yüz yüze geliyoruz. Aslında o gerçeklerle sürekli bir tokat gibi yüz yüze gelen Sadık. Okuyucu, süreci onunla birlikte yaşıyor ve zaman zaman Sadık’la o kadar özdeşleşiyor ki, o tokatların şiddetini Sadık’la birlikte yanağımızda hissediyoruz.

Toplum tarafından kadın ve erkeğe biçilen toplumsal roller gibi, engellilere de biçilen bir rol var: sakatlığınız dışında kimliksizsinizdir. “Engelli” sözcüğü dilimize son on beş yirmi yılda toplu bir çaba ile yerleştirilse de, tek kimliğiniz “sakat” olmanızdır. Eğitim almış olsanız da, meslek edinseniz de, anne ya da baba olsanız da, dolandırıcı bile olsanız, bu sıfatları alamazsınız, kadın ya da erkek bile değilsinizdir, tek bir sıfatla anılırsınız: sakat. Bu kimliğe bir de muhtaçlık ve her daim maruz kalınan bir acınılacak durum hali de ekleniverir. O yüzden dedim; Sadık’ın dolandırdığı insanlar Sadık’ın durumunu bilseler engeline saygıdan değil, ona biçtikleri acınacak role istinaden ona yardım bile ederler.

Elbette iş lafa gelince sakat kalmak dünyanın sonu değil, sorun bedende değil düşüncede ve akılda, insan isterse her şeyi yapar, hem Türkiye hem dünya engellilerin başarı öyküleri ile dolup taşıyor, vs.vs. Ama bu romanın meselesi bu değil, Alocu Tilki’nin Serencamı bir engelli romanı değil. Biz bu kısa romanda Sadık’ın yaşadıkları üzerinden bir toplum eleştirisi ile yüzleşiyoruz. Roman aslında Sadık’a değil, toplumun sakat kalmış yanlarına, insanın bencilliğine ve zaaflarına, sağlık ve eğitim sistemine, hukuk sistemine, sosyal devlete arka planda ciddi bir eleştiri getiriyor. Sadık’ı yaratan bu toplum ve sistemler çünkü. Tilki Sadık’ları yaratan da, Sadık’ı zavallı durumuna düşüren de ikiyüzlü ahlak anlayışımız. Bu nedenle bu romanda başarısız bir engellinin hikayesi ile değil, başarısız bir toplumun, başarısız bir sağlık, eğitim ve hukuk sisteminin hikayesi ile baş başayız. Sadık bir gün yürüyeceği umudu ile eline geçen her fırsatı değerlendiriyor, içine düştüğü derin çukurun içinde var gücü ile debeleniyor, ama yaşam onu hep sınıfta bırakıyor. Oysa sınıfta kalan da o değil, toplum ve tüm bu çürümüş sistemler!

Engelliler, özellikle bu ülkede, toplumun vicdan muhasebesini dengelemek için iyi bir araçtır. Onlara yardımda bulunarak su yüzüne çıkan vicdanlar, ayrıca başarılı engelli hikayeleri ile, o hikayelerin ardında yatan kan, ter ve gözyaşını asla görmeden, görmek istemeden, bolca rahatlar. Romanda bir omurilik felçlinin kan, ter ve gözyaşını da deneyimliyoruz. Cinsellikten sıçmanın ve işemenin nasıl yapılacağına, yemek içmekten kas çalıştırmaya, engeli olmayan insanların gündelik yaşamda farkında bile olmadan doğal biçimde yaşadıkları birçok eylemin bir omurilik felçli için nasıl büyük bir çaba ile gerçekleştiğini öğreniyoruz. Ve tüm bu çabayı harcarken ruhsal olarak nasıl dönüşümler yaşadığını…

Roman başlamadan ilk sayfada, Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndan “Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler.” cümlesi yer alıyor. İşitme engelliler ile ilgili bir sempozyumda kulak konusunda profesör olmuş önemli bir hastanenin önemli bir bölümünün başında bulunan bir uzman “Gündelik yaşamda en çok zorlananlar işitme engellilerdir.” diyerek bu cümlesini kanıtladığını düşündüğü bir sürü örnekle doldurmuştu konuşmasını. Bir göz uzmanının ya da bir ortopedi uzmanının sempozyumuna giderseniz görürsünüz ki onlar da kendi uzmanlık alanlarına dair aynı cümleleri sarf ederler. Farklılıklara dair ayrımcılık içimize işlemiştir. Ayrıca eğitimden sağlığa, istihdamdan hukuka kadar sanki tüm sistemler neyin daha zor, neyin yapılamaz olduğu üzerine kurulmuştur. Bu sistemin içinde istisnai bir avuç insan “neyi nasıl yapabilirim” üzerine çalışır, nasıl ayakta kalabileceğinin yollarını arar, önüne konan engelleri aşabilirse. Yukarıda da değindiğim gibi engellilere biçilen toplumsal rol onların susması, onların yerine “uzman!”ların konuşmasını gerektirir. Uzmanlar hep konuşur, engelliler hep susar, daha doğrusu çoğunlukla rollerinin dışına çıkamadıkları için konuşma fırsatları pek olmaz. Bu romanı bu nedenle de çok önemsiyorum. Omurilik felçli olmak ne demektir üzerine çok şey söylenir, özellikle de uzmanlar tarafından, ama bunları bir de Sadık’ın dilinden dinlemek var, hem de bolca argo ile, asıl öğretici olan o! Ayrıca Sadık’ın dört ayını geçireceği rehabilitasyon merkezinde arkadaş olduğu farklı engel gruplarından insanları anlattığı hikayelerle onlara dair de, zaman zaman boğazımızı düğümleyen, önemli deneyimlere tanık oluyoruz.

Romandan bahsederken Sadık’ın tekerlekli sandalye “destek”i ile yaşamına devam edeceğini söylemek, “engellilik” kavramına ait dili olumlayacak şekilde bu yazıyı sürdürmek istiyordum. Ama roman boyunca Sadık’ın başına gelenler buna hiç izin vermedi. O ısrarla, tekerlekli sandalyeye, geçmişinden yanında kalan tek dostu Cevahir’e, onu bırakmasın diye tüm varını yoğunu vermeye hazır olduğu Moldovyalı bakıcısı Anna’ya, hastanedeki sevmediği ve güvenmediği tüm doktorlara ve hastabakıcılara “mahkum” olduğunu anlatıyor. Sadık aslında girdiği çukurdan çıkmak için çabalıyor, çabaladıkça batıyor. Sadık gitgide daha çok karamsarlaşırken, okuyucunun içi de kararıyor, bazen tahammül edilemeyecek kadar. Kitabın basit ve sade dili, hikayelerdeki mizah duygusu, Sadık’ın bazen insanı gerçekten gülümseten argo dili, esprili yaklaşım ve ifadeleri bu karamsarlığı seyreltmeye yetmiyor. İlk başta Sadık’ı cezalandırmak isteyen okuyucu, artık bu karamsarlığı yıkan bir son bekleyerek ilerliyor sayfalarda. Mutlu son olmasa da bir şey olsun istiyor, ne olduğunu bilmediği bir şey ama Sadık da okuyucu da kurtulsun bu çukurdan yeter ki.

Bu yazıda engellilik durumu üzerinden bir anlatım seçmiş olsam da, tekrar altını çizmek isterim; bu bir engellinin yaşamının romanı değil, yaşamın bir insanı nerelere sürükleyebileceğinin, “farklı olmak” ve toplum dışına itilme durumunun Tilki Sadık’ın yaşamı üzerinden baktığımız pencereden nasıl göründüğü. Toplumun, devletin ve sistemlerin size biçtiği rollerin dışına çıktığınızda neler olabileceği. Üstelik sizi rolünüzün dışına iten onlarken… Farklılığınızın ne olduğunun önemi yok…

Sevgili Sadık, yaşadıklarının bedeli mi bu? Hata kimde acaba; sende mi, toplumda mı, takdiri ilahi mi, Allah’ın tokadı mı? Suçlu ya da hata aramanın önemi var mı? Yok aslında. Kitap bitti. Canım sıkıldı biraz. Belki ondandır, içimdeki birikmiş sessiz öfkeyi ayaklandırdığındandır.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

Alocu Tilki’nin Serencamı – Emrah Polat
İletişim Yayınları