Murat Acar

Bir sabah uyandığınızda hemen karşınızdaki, bahçesinde elma ağaçlarının ya da sarmaşıkların yer aldığı, sokağınızın belki de tek yeşil alanına sahip yapısının yıkılmaya başladığını görmek ya da kocaman sitelerin arasında yer alan ve mahallenin kaybolmaya yüz tutmuş dokusundan izler taşıyan farklı bir sıcaklığa sahip evlerden oluşan yerleşim alanının molozları ile göğe yükselen kesif bir toz bulutunu izlemek… Çocukluğunuzu birlikte geçirdiğiniz oyun arkadaşlarınızın ya da selamını almadan güne başlamadığınız komşularınızın belki de bir daha bir araya gelemeyeceğiniz şekilde semtinizden “zorunlu” ayrılışlarını seyretmek… Tüm bu olup bitenin sonucunda ortaya çıkacak “boşlukların” dolduruluşuna yine bir seyirci edasıyla tanıklık edeceğinizi bilmek… Görmek, bilmek ve bütün bu olup bitenin sonucunda hafızayı, hayatları ve mekânları yıkıp geçen bu savruluşa bağlı dönüştürülen kentsel mekânı, şehrin sakinleri olarak kabullenmek…

Son yıllarda şehirlerimizde sıklıkla karşılaştığımız bu manzara; Türkiye’nin kentsel dönüşüm hikâyesinin bir özetini sunarken meselenin çok boyutlu yapısını görmemizin önüne de “betondan bir bariyer” çekmiş durumda. Eskinin yerine gelecek olan yeniye dönük efsunlu ve umutlu bekleyişin, sürecin sadece binaların yenilenmesi ya da sağlıklı bir çevre oluşturulması olarak sunulduğu bu döngüde; insanlar, hayatlar ve mekânlar hafızaları ile birlikte oyunun çoğunlukla kaybeden figüranları olmaktan öteye gidemiyorlar. Dönüşüm, tüm acelesi ve modernleştirici çehresiyle binaları, sokakları ve mahalleleri birer birer mikserlerin o büyülü dünyasına katarken, şehirler dönüştürülüyor ve hayat her şeye rağmen devam ediyor.

İletişim Yayınları’ndan çıkan ve tüm bu hikâyenin derinlerine nüfuz eden birbirinden değerli yazıları ile Milyonluk Manzara, bilginin gücüne olan inancının yanı sıra kentsel belleğin ne kadar önemli olduğuna dikkati çekerek, böylesi bir dönüşümün olumsuz etkilediği mekânları ve hayatları fotoğrafın eşsiz gücünü kullanarak ve bir dönemin görsel hafızasını kayıt altına alarak bizlere aktarıyor. Nar Fotoğrafçıları’nın deklanşörlerinden çıkan ve birbirinden çarpıcı karelerle bezenen kitap; Türkiye’nin kentsel dönüşüm hikâyesini kimi zaman hüzünle kimi zaman da buruk bir tebessümle ele alıyor. İhsan Bilgin, Cihan Aktaş, Semih Akşeker ve Pınar Öğünç gibi kalemlerin katkı sunduğu ve kültürel çeşitliliği dolayısıyla meseleye çok geniş bir perspektiften bakan eser sayesinde kentsel dönüşümün, yapıların dönüşümünden çok daha fazlasını içeren ve hassasiyetle ele alınması gereken bir mesele olduğu ortaya konuluyor.


Milyonluk Manzara
Kentsel Dönüşümün Resimleri
Derleyen: Tanıl Bora
İletişim Yayınevi

Tanıl Bora’nın barınma hakkının önemini tanımından yola çıkarak vurguladığı, İhsan Bilgin’in kentsel dönüşüm hikâyesini İstanbul’dan Roma’ya uzanan derinlikli bir yaklaşımla ele aldığı, Jean François Perouse’nın bir Avrupalı gözüyle gerçekleştirilen çalışmaları değerlendirdiği, Alev Erkilet’in kentsel çöküntü kavramının arkasına sığınılarak kentsel dönüşüm çabalarının nasıl meşrulaştırılmaya çalışıldığını ortaya koyduğu, Özgür Sevgi Göral’ın kentin yeniden üretimine yönelik hakların kimlerin elinde olması gerektiğine dikkati çektiği kitapta “kentsel dönüşüm”; Funda Şenol Cantek ve Pınar Öğünç’ün yoksulluğa odaklanan yazıları, Gaye Boralıoğlu, Mine Söğüt, Hakan Bıçakçı ve Turgut Yüksel’in dönüşümden etkilenen hayatları konu alan hikâyeleri, Cihan Aktaş’ın İncir Ağacı metaforu, Haydar Ergülen’in bugün hâlâ popülerliğini koruyan Taksim meselesi, Semih Akşeker’in şiirleri ve ardından gelen modernizm eleştirisi ile Özcan Yurdalan’ın Nar Fotoğrafçıları’ndan yola çıkarak fotoğrafın önemine vurgu yaptığı yazısı ile harmanlanarak bir kavram olmanın çok daha ötesinde derin bir hikâyenin başkahramanı halini alıyor. Böylelikle eser, geleceğe dair çıkarımları ile içerisinde bulunduğu zaman dilimini aşarak alanında adeta bir başucu kitabı niteliği kazanmış.

İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinden günümüze kadar içerisinde var olunan anlam dünyasına bağlı olarak dönüşen kentlerin, bu doku değişiminin modernleşme ile birlikte kazandığı hız aslında meselenin önemli boyutlarından birisini oluşturuyor. Bunun yanı sıra ekonomi-politiğe bağlı olarak mekânın önemli bir yeniden üretim aracı hâline gelmesi ile birlikte artan değeri, onun bir meta haline dönüşmesini de beraberinde getiriyor. Artık kentler değer üretiminin gerçekleştiği alanlar olmanın çok daha ötesinde değişim değeri üzerinden okunan ve hızla dönüştürülmesi gereken metalar hâlini almış durumda. Hegel’in bir mit hâlini alan kavramsallaştırması ile “zamanın ruhu” kentsel mekânı yeniden keşfetmiş ve artık mikserler çoktan betonları üretmeye başlamıştır bile.

Böyle bir düzlemde insanın, hayatın ve kentsel hafızanın arka planda kalan önemine yeniden dikkat çekmeye çalışan kitap; 1999 yılında yaşanan ve birçok acıyı beraberinde getiren Marmara Depremi sonrasında ülkenin en önemli meselelerinden birisi olarak ele alınmaya başlanan kentsel dönüşümün değişen seyrini büyük bir ustalıkla gözler önüne seriyor. Acının tazeliğine bağlı olarak üzerinde büyük bir uzlaşmanın oluştuğu ve yapıların iyileştirilmesinin yanı sıra daha sağlıklı, daha güvenli ve yaşam kalitesi yüksek şehirlerin oluşturulması adına bütün bir toplumun uzlaştığı bir iyi niyeti ifade eden sürecin; aradan geçen zamanla birlikte nasıl yapıları, sokakları ve mahalleleri yok eden bir anlayışa dönüştürüldüğünü ve bütün bu olanların sonunda ortaya çıkan resmin yaşam kalitesi yüksek şehirleri göstermek yerine Stavros Stavrides’in Kentsel Heteretopya kitabında tanımladığı şekliyle birbirinden giderek uzaklaşan kentsel adacıkların oluşturduğu bir tabloya evirilişini tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.

William Shakespeare’in Coriolanus’un Trajedisi isimli oyununun ilk sahnesinde yer alan bir diyalogda kahramanlardan birisinin dile getirdiği, “Şehir dediğin nedir ki insandan başka.” özdeyişinde yer alan insanın, giderek her şeyi yutan bir inşaat çılgınlığı karşısında terk edildiği edilgen konuma atıfta bulunan eser; ayrıca gelir adaletsizliğinin kentsel dönüşüm eliyle mekânda daha da görünür kılındığını vurguluyor. “Depremde dayanıklı yapılar” sloganı ile yola çıkan fakat devasa bir yıkım ve yeniden yapım hareketine dönüşen süreç; kentsel mekânın değişim değerini yükseltirken(!) yoksul kentlileri yerinden eden, kentleri birbirini tekrar eden klişelerden ibaret binalar yığınına indirgeyen bir resim sunuyor. Böylelikle özgün kentsel dokuların ciddi oranda yok olmasına neden olan kentsel dönüşüm; Türkiye kentleşmesinin hüzünlü hikâyesine yeni bir patolojik vaka olarak eklemlenmiş.

Bugün hâlâ sokaklarında oyunların oynandığı, şehirlilerin birbirlerinin hayatlarından haberdar olduğu, acıların ve sevinçlerin birlikte paylaşılarak ortak bir belleğe dönüştüğü mahallelerin var olduğu kentler, geleceğe dair umutları yeşerten mekânlar olarak varlıklarını koruyor. Yıkmak yerine iyileştirmeyi esas alan, yok etmektense nasıl daha iyi var edebileceğine odaklanan, yerinden etmekten ziyade yeni komşulukları meydana getirecek şekilde toplumsal uyumu gözeten bir mekânsal politika ortaya konulduğunda, kentlerin gerçekten dönüşümünden bahsedebileceğimiz gerçeğini bizlere birbirinden renkli karelerle aktaran bu kitap, okumanın yanı sıra bakış açılarımıza katkı sunmak üzere bizleri bekliyor.

Arka Kapak dergisi 32. sayı