Selin Akgül

Yönetmen koltuğuna iki yönetmenin oturduğu Mavi Dalga, bildiğimiz üzere 50. Altın Portakal Film Festivali’nin en çok tartışılan filmiydi. Filmin aldığı ödüller jüri-sektör ilişkisi tartışmalarını gündeme getirmiş ve filmin ödülü hak eden/hak ettiği düşünülen yanları birçok sinema eleştirmenince tartışmaya açılmıştı. Festivalde En İyi Senaryo, En İyi Kurgu ve En İyi İlk Film ödüllerini alan Zeynep Dadak ve Merve Kayan yönetmenliğindeki filmin DVD’sinin de geçtiğimiz günlerde raflarda yerini almasıyla, artık kapanmış festival tartışmasını bir kenara bırakarak, filmi başlı başına ele almak daha doğru olacaktır.

Mavi Dalga, Balıkesir’de lisenin son yıllarını yaşayan dört genç kızın hayatına odaklanıyor. Bir yandan üniversiteye gitme hayalleri ile aslında başka bir şehrin ve yaşamın özlemi ile yanıp tutuşan karakterler, öte yandan karakterlerin büyüme hikayelerine ev sahipliği yapan kent ile kurdukları ilişki filmin ana çatısını kuruyor. Aralarında güçlü bir bağ olduğu hissedilen dört arkadaşın hikayesi, Türkiye sinemasının ihtiyacı olan yeni nesil ergenlik öyküleri anlatmasıyla bile dönüp yakından bakmayı hak ediyor. Ancak, gerek senaryodaki gerek yönetmenlikteki eksikler – ya da yönetmenlerin deyimiyle tercihler – filmi en iyiler klasmanına sokmuyor, sadece sırf anlatmayı tercih ettiği mesele itibariyle Türkiye sinemasında değerli sayılabilecek bir noktaya taşıyor.

Filmin en büyük başarısı, ergenlik dönemini taşrada yaşayan genç kızların hayatına dair çok içeriden bir bilgiye sahip olması. Öyle ki, büyük şehirlerden baktığınızda akmaz gibi görünen zaman taşrada da kendi seyrinde ilerliyor. Hatta filmin ritmi de ana karakterimiz Deniz’in halet-i ruhiyesi ile paralel ilerliyor. Nasıl ki ergenlik döneminde en ufak bir söz büyük kavgaları ateşleyebiliyorsa, ya da tam tersi en büyük meselelerin üstü bir çırpıda kapanıveriyorsa, Deniz için de aynı durum söz konusu. Annesi için önemli olan bir goblenin yanmasına sebebiyet verişi belki de annesi için mazur görülebilecek bir meseleyken, Deniz bunu hayat-memat meselesi haline getirir. Halbuki annesine samimi bir şekilde itirafta bulunması belki de yeterli olacaktır. Aynı şekilde, aşık olduğu öğretmeninin bir nişanlısı olduğunu öğrenmesiyle karşılaştığı şok kısa sürecek, unutulup gidecektir. Öğretmene duyduğu aşk bir anda önemsizleşebilir, İstanbul’a gitmeyi isterken bir anda ODTÜ’yü tercih etmeyi düşünebilir, bir gün bambaşka tarzda bir müzik grubunu dinleyebilir. Dört karakterin duygu dünyası filmin ritmine de siniyor böylece.

Öte yandan, dört yakın arkadaşın büyük bir şehirde üniversiteye gidip birlikte eve çıkma hayalleri, aileden gizli içilen sigaralar, ilk cinsel deneyimler, yeni bir müzik grubunun keşfinin verdiği haz, aileye söylenen yalanlar, yaşça büyük bir erkeğe – hikayede olduğu gibi genç bir öğretmene – duyulan aşk, aynı yaştaki çoğu gencin deneyimlediği yaşantılar. Bu haliyle filmle kurduğumuz ilişki çok özel bir noktadan besleniyor ve ilk gençliğini taşrada yaşamış yakın kuşağın karakterlere yakınlaşmasını olanaklı kılıyor. Ancak film, bu kesim izleyiciye kısa bir geçmişe yolculuk yaptıracaksa da, anlatılan yaşantılara uzak kalacak biri için, filmin yeterince sosyal gerçeklik ve karakter analizi içermediğini düşünüyorum.

Dolayısıyla, benzer yaşantıları deneyimlemiş biri olarak –en azından taşrada büyümüş ve üniversite sınavlarına hazırlanırken benzer süreçler geçirmiş biri olarak – filmi izlediğimde kendi lise yıllarıma gidiyorum. Fakat, filmde aktarılmayan detayları aslında kendi geçmişimden edindiğim tecrübe ile tamamladığımda film anlaşılır hale geliyor, yoksa film yönetmenlerin iddia ettiği kadar büyük büyük teorik analizler içermekten uzak düşüyor.

Hikayeye tekrar dönersek, bu dört kızın okul – ev – arkadaş ortamı üçgeninde dönüp duran hayatları aslında o kadar sıradan ki, bu alışılmış ve aşina hikayenin sinemasal anlatımı da bir o kadar durağan. Her ne kadar yönetmenler, dramatik çatışmayı kurmamayı tercih ettiklerini dile getirse de, film çatışma yerine başka bir şeyi koyamadığı ölçüde başarısız kalıyor. Ortası yanmış antika değerindeki goblenin, bu açıdan hikayenin çatışma unsuru haline gelmeye çalışması ancak bir türlü bunu başaramaması, hikayenin içine girmemize engel oluyor. Hele ki, hikaye ile bağını ancak yönetmenlerle yapılan röportajlarda kurabildiğimiz doğalgaz kesintileri ne karakterleri derinleştirme işlevi görüyor, ne de hikayede güçlü bir sembolik anlatım kurabiliyor. Bu haliyle, yaşamın içinden çekilip alınmış değil, kağıt üzerinde yaşama mücadelesi veren dört karakteri izliyoruz. Varlık nedenlerini çözmekte zorlandığımız doğalgaz kesintileri, elektronik gırtlakla konuşan terzi ya da hamile alt komşu da filmin içinde dekoratif birer obje olarak kalıyor.

Mavi Dalga, ilk gençlik yıllarına dair (hayır, naif demek istemiyorum) sevimli bir film. Türkiye sineması içinde burun kıvrılan bir meseleyi yeni denemelerle deşmeye “çalışması” ile de değerli sayılabilecek bir ilk film. Festivalde en iyi senaryo, kurgu ve ilk film dallarında aldığı ödülleri hak edip etmediği meselesi, filmden azade, aynı zamanda büyük bir festival tartışmasını apayrı bir başlık altında tartışmayı hak ediyor. Her ne kadar filmin bu ödülleri hak edecek yetkinlikte olmadığını düşünsem de, tek başına filme baktığımızda, mesele teoride kulağa güzel gelen analizlerin filmde karşılığını bulmamış olması. Bu da bir ilk film için, en azından iki yönetmenin ortak üretimde bulunması adına affedilebileceğini düşündüğüm bir durum. Zeynep Dadak ve Merve Kayan ikilisi de bundan sonraki işlerini merak edeceğimiz yönetmenler.

Senaryo, yönetmen: Zeynep Dadak, Merve Kayan
Yapım yılı: 2013, Türkiye