Celine Symbiosis
Eugène Henri Paul Gauguin, radikal bir gazeteci olan Clovis Gauguin ve ünlü kadın hakları savunucusu yazar Flora Tristan’ın kızı Aline Gauguin’in çocuğu olarak 7 Haziran 1848’de Paris’te dünyaya gelmişti. Ailesinin kökeni Peru ve İspanyol Borgia ailesine kadar dayanıyordu. Gauguin ailesi 1851 yılında Louis-Napoléon’un yaptığı hükümet darbesi üzerine Fransa’dan kaçmak zorunda kaldığında Paul bir yaşındaydı. Bu yolculuk sırasında Clovis kalp krizinden hayatını kaybedince Peru’ya babasız varan Paul ve ailesine amcası Don Pio de Tristan y Moscoso sahip çıktı. Dört yıl sonra büyük amca Don Pio’nun ölümüyle aile arasında çatışmalar başlayınca Fransa’ya geri döndüklerinde beş parasızlardı.
Gauguin on yedi yaşına geldiğinde annesinin kalması için ısrar etmesine rağmen Le Havre ile Rio de Janeiro arasında sefer yapan Luzitano gemisinde çalışmak üzere denizlere açıldı. Altı yıl boyunca neredeyse dünyanın her yerini dolaşmıştı ama annesini kaybetmişti. Paris’e geri döndüğünde aile dostları Gustave Arosa’nın bağlantılarını kullanarak Paris borsasında bir hisse senedi komisyoncusu olarak işe girdi. Borsada bulduğu iş sayesinde varlıklı Danimarkalı bir sanayicinin kızı olan Mette Gad ile 1873 yılında evlendiler. Gauguin, Mette ile olan ilk çocuğuna kaybettiği annesinin ismini verdi: Aline Gauguin.
Bu dönemde Gustave Arosa’yı görmek için sık sık Saint-Cloud’a gitmeye başladı. Arosa’nın zengin bir resim koleksiyonu vardı; Jean-Baptiste-Camille Corot, Gustave Courbet, Eugène Delacroix, Johan Jongkind ve Honoré Daumier’nin eserleriyle tanışan Gauguin modern resimle ilgilenmeye başlamıştı. Akşamlarını ailesiyle evde geçirmek yerine izlenimci ressamların son sanatsal gelişmeleri tartışmak için buluştukları Nouvelle-Athènes gibi kafelere gidiyordu. 1876 yılında Salon des Artistes Français resimlerini göndermiş ve kabul edilmişti. 1880’de resimlerini izlenimcilerle birlikte sergilemek üzere davet aldı. 1881 yılında sekiz tablo iki heykelle katıldığı Salon sergisine bir yıl sonra on iki tablo ve bir heykelle katıldı. Bu başarılarından cesaret alarak, Mette beşinci çocuklarına hamileyken 1882 Kasım ayında borsayı bırakarak kendini sanata adamaya karar verdi. Paris’te yaşamak pahalı olduğu için kısa bir süre Pissarro ile resim çalışmak için Roune’e yerleşti. Çok geçmeden bütün paraları bitince Kopenhag’da karısının akrabalarının yanına yerleşmek zorunda kaldılar. Gauguin ailesinin maddi sorunlarına çözüm olabileceğini umarak “paralı” bir iş arayışına girdiğinde tente imal eden bir fabrikanın Danimarka temsilciliğini aldı. Fakat karısının ailesi tarafından pek hoş karşılanmamıştı. Baskı altındaki Gauguin, Fransa’ya dönme kararı alarak, henüz altı yaşındaki Clovis’i de beraberinde götürdü.
Paris’e döndüğünde başlarda işleri hiç iyi gitmemişti. Sokaklarda afiş asarak günde beş frank kazanıyordu. 1886’da sonuncusu yapılan izlenimci sergi sonrası eserlerine gösterilen olumlu tepkiler sayesinde birkaç resim satabildi. Kazandığı parayla Clovis’i annesinin yanına geri yollayarak kendini bütünüyle resme adamak için Atlantik kıyısında küçük bir kasaba olan Pont-Aven’a doğru yola çıktı. Madam Gloanec’in pansiyonun çevresinde bir grup genç sanatçıyı etrafına topladığında gerçek bir ressam olduğunu hissetmeye başladı. Mektuplarda karısına, “Bana Pont-Aven’daki en iyi ressam diye saygı duyuyorlar ve akıl danışıyorlar,” diye yazıyordu. Küçük bir kasabada elde ettiği bu başarıyı dünya sergilerinin açıldığı Paris’te sürdüremeyeceğini biliyordu. Bu nedenle 1887 yılında şansını tropik ülkelerde denemek için planlar yapmaya başladı:
Elimde ancak yolculuk masraflarını karşılayacak kadar para var… Bir vahşi gibi yaşamak için Panama’ya, Taboga adında küçük bir adaya gidiyorum. Boyalarım ve fırçalarımı alıp diğer insanlardan uzakta kendimi yenileyeceğim.

Gauguin’in burjuva düzeninden kopma isteği, mütevazı ve doğal bir çevre bulma arzusu Paris’i terk edip Pont Aven’a yerleşme kararı almasına neden olmuştu. Burada çalışma tekniği hâlâ empresyonist yönde sürmesine rağmen ileride imzası olacak tarzının ilk adımlarını attı.
Panama’da medeniyetten uzak bir hayat kurma hayali çok kısa sürede son buldu. Çünkü Avrupalı sömürgeciler çoktan buraya yerleşmişlerdi. Gauguin ve yol arkadaşı Charles Laval, birkaç hafta sonra Martinik’e gidebilecek parayı kazanmak için Panama Kanalı’nın kazısında çalışmaya başladılar. Haziran ayında Martinik’e ayak bastıklarında buradaki değişik havadan ve doğal güzelliklerden son derece memnun kalmışlardı. Kış başında Paris’e döndüklerinde, Gauguin’in elinde birçok desen ve yağlıboya tablo vardı.
1888 yılının Şubat ayında tekrar Pont-Aven’a döndüğünde artık sembolist resim sanatının öncüleri olan küçük bir ressam grubunun lideri olmuştu. Aynı yıl Vincent van Gogh’un daveti üzerine 23 Ekim’de Arles’a gitti. Birbirlerine duydukları saygı ve hayranlığın kısa sürede şiddetli tartışmalara dönüşmesi üzerine Gauguin Arles’dan ayrılma kararı aldı. 23 Aralık’ta akşamüzeri yürüyüşe çıktığında, Vincent’in, elinde bir usturayla peşinden geldiğini fark etti. Gauguin Vincent’in suratına soğuk bir bakış atınca, geri dönüp koşar adımlarla eve yöneldi. Geceyi bir otelde geçiren Gauguin, sabah birlikte yaşadıkları eve döndüğünde her şeyi öğrendi. Gece Vincent kulağının bir parçasını kesmesi sonucu neredeyse kan kaybından ölmek üzereydi.

Gauguin’in Martinik günleri hiç de verimsiz sayılmazdı. Yaşadığı ruhsal değişimin yanında paleti de değişim geçiriyordu. Tropikal bitkiler arasında kadın tarla işçilerini resimlediği bu tablosunda Martinik’in gerçekleri değil, onun hayalini kurduğu cennet bahçesinin tezahürüydü.
1888 yılından 1891’e dek vaktini öğrencileriyle birlikte Bretanya’da geçirdi. Uzak diyarlara deniz yolculuğu yapma fikri artık bir saplantıya dönüşmüştü. İki yıl karada süren hayatından sonra eserlerinin büyük bir kısmını satarak Marsilya’dan Güney Pasifik’e doğru denize açıldı. İki hafta uçsuz bucaksız okyanusun diğer ucuna yaptığı seyahatin sonunda Tahiti’ye ayak bastı. Bozulmamış bir cennetle karşılaşmayı beklerken tipik bir Fransız sömürgesi bulmuştu. Gauguin de o sömürgecilerden biriydi, ama Tahiti ve kültürüne olabildiğince yaklaşarak bir ilkel olmayı arzuluyordu.
Gauguin Tahiti’nin tabiatından etkilendiği kadar kadınların zarif güzelliğinden de etkilenmişti. Mataeia köyüne çekildiğinde, on üç yaşında bir yerli kız olan Tehura ile birlikte Tahitili gibi yaşamaya başladı. “Medeniyet yavaş yavaş beni terk ediyor. Basit düşünmeye başlıyorum… Hayvani ve insani zevklerin tadını çıkararak özgür bir hayat yaşıyorum.” Adanın yerli halkı gibi yaşamasına rağmen bir Avrupalı olduğu gerçeğini unutamıyordu. On beş yıldır sanatı için verdiği çabalar bir sonuç vermeli, Paris sanat dünyası onu unutmadan o Paris’i fethetmeliydi:
Hoşça kal ey duyarlı, konuksever, güzellikler ve özgürlükler ülkesi! Bu eğitilmemiş yabanlar şu yaşlı uygar tayfaya bir iki şey öğretemedi değil: Derin bir sezgi ve mutlu olma sanatı… İki yıl daha yaşlanmış, ama yirmi yıl daha genç ayrılıyorum buradan, geldiğim zamandan daha yabansı, ama daha çok şey öğrenmiş olarak…

1893 yazının sonunda Paris’e geri döndüğünde pek de yaygın olmayan ünü, bütünüyle yok olmamıştı. Onun yokluğunda eleştirmenlerin dikkatini başka ressamlar çekmişti. Amcasının ölümüyle dokuz bin frank miras kalınca bu parayı yeni bir atölye kurmak için kullandı. Kendisini tropik ülkelerden gelen bir sanat elçisi gibi sunmuş olmasına rağmen resimleri eleştirmenler tarafından kaba saba bulunmuş, sadece on bir resim satabilmişti. Kış mevsimini Paris’te geçirdikten sonra, kaybettiği cesaretini toplamak için son kez Pont-Aven’a gitti. Oysa orada artık öğrencilerinden hiçbiri kalmamıştı. Hem fiziksel hem de ruhsal olarak yaralanan Gauguin, uygar dünyanın karşısına çıkardığı düş kırıklıklarına artık bir son verme kararı aldı: “Artık beni hiçbir güç burada tutamaz, üstelik bu kez geri dönmek de yok! Avrupa’da yaşamak öyle aptalca ki…” 3 Temmuz 1895 tarihinde Marsilya’dan bir daha Avrupa’ya geri dönmemek üzere tekrar denize açıldı.
Üç ay süren uzun bir yolculuğun ardından Tahiti’ye vardığında küçük bir arazi parçası kiralayarak, bundan sonra yaşayacağı kulübesini inşa etti. Tahiti’den ayrılırken terk ettiği sevgilisi Tehura’nın evlenmiş olduğunu öğrenince kendisine beraber yaşayacağı yeni bir sevgili buldu: Pahura. Fakat her bakımdan durumu kötüye doğru gidiyordu. Fransa’dan ayrılmadan önce frengi olması nedeniyle bacaklarında açık yaralar oluşmaya başlamıştı. Maddi durumu günden güne kötüleşiyor, Paris’te satılması için bıraktığı resimler alıcı bulamıyordu. Mette’den gelen bir mektupla daha da kötü bir haber aldı: Kızı Aline zatürreden ölmüştü. Tam anlamıyla umutsuzken son çare olarak arsenik içerek intihar etmeye çalıştı ama başaramadı. Medeniyetten kaçarak resim yapmak için geldiği cennet, sanki bir cehenneme dönüşmüştü. Bozulmamış bir cennet bulmayı umut ederek Markiz Adaları’na taşındı. 1903 yılında vergi ödemediği gerekçesiyle üç ay hapis, bin frank ceza aldı. Artık ne kendini savunacak parası ne de gücü kalmıştı. “Yalnızca sessizliği arzuluyorum, sessizliği ve yine sessizliği. Huzur içinde, unutularak ölmeme izin verin.” 8 Mayıs 1903 sabahı aşırı doz morfin aldıktan sonra kalp krizinden hayatını kaybetti.
Hayatını yeryüzündeki cenneti bulmaya adayan Gauguin unutulmak istemişti, ama ölümünden birkaç gün önce Paris’ten arkadaşı Monfried’den aldığı bir mektupta şöyle yazıyordu: “Senin için burada sıra dışı, büyük bir ressam olarak söz ediliyor. Resimlerin, bu dünyadan uçmuş bir insanın yaratıları olarak görülüyor. Ölmüş büyük sanatçıların ününe benzer bir ünün var. Artık resim tarihinin sayfalarında yer alıyorsun.”
Doğum günün kutlu olsun Paul Gauguin…
Kaynaklar:
*Gauguin, Paul (2001) Mahrem Günlük, İthaki Yayınları.
*Gauguin, Paul (2002) Noa Noa, İthaki Yayınları.
*Roddam, George (2016) İşte Gauguin, Hep Kitap.
*Walter, Ingo F. (2005) Gauguin, Taschen / Remzi Kitabevi.
*Brion, Marcel (1980) Gauguin, Empresyonistler, Başkan Yayınları.