Yunus Emre Tozal

Amerikalı yazar Stuart Dybek hayalgücü, yeteneği ve coşkusuyla doğup büyüdüğü Chicago hakkında yazdığı öyküler ve şiirlerde insanın zamanla olan ilişkisine odaklanıyor ve kentin belleğinde birikmiş kıymetli hazinelerini yaşatarak muhafaza etmeye; zihinlerde bir kent imgesi oluşturmaya çalışıyor. Chicago Kıyıları kitabındaki öykülerinde özellikle Güney Chicago’daki etnik mozaiği oluşturan insanların hayatlarındaki küçük ayrıntılar, umutlar, korkular ve sevinçler, sesler ve kokularla birlikte Chicago Dybek’in zihninde harmanlanmış bir kent şiirine dönüşüyor. Sanatın temel işlevlerinden biri de geçmişin kayıtlarını yaşanan zamana taşıyarak insanı zaman yolcuğuna çıkarması ve insanı bütüne odaklaması değil midir? Dybek, sokaklarında yaşadığı Chicago’yu özlemleriyle, çocukluğundaki renkleriyle, hatıralarıyla ve tüm içtenliğiyle aktarırken gerçekle fantastiği, kültürel alışkanlıklarla dinsel ritüelleri iç içe geçirerek kentin hafızasını imgelere dönüştürüyor.


Chicago Kıyıları
Stuart Dybek
Çevirmen: Başak Bekişli
Yüz Kitap

Dybek, şehirle ile ilgili öykü ve şiir yazmaya Chicago’dan ilk uzaklaştığı anda, kendiliğinden doğan bir süreç sonucunda başlıyor. 25 yaşındayken, insanın sadece seyahat ederek elde edebileceği türden bir eğitime ihtiyaç duyduğu için Chicago’dan ayrılıp Karayiplere gitmesi Dybek, veda vakti gelince doğup büyüdüğü, gençliğini yaşadığı şehirle ne kadar bütünleştiğini fark ediyor. Chicago’dan uzak olmanın onun hakkında yazmayı kendisi için gerekli kılacağını anlayan yazar, zihnindeki hatıralarla şehri belgelemeye çalışmak yerine onu aklında yeniden kurmaya, inşa etmeye başlıyor ve yaşayan bir canlı organizma olarak onunla konuşuyor. Eudora Welty’nin Mississippi’si ya da James Joyce’un Dublin’i gibi Dybek de klasik bir mekân ve şehir yazarı olarak zihninde kişisel çağrışımlarıyla inşa ettiği Chicago’yu bizlere sunuyor. Chicago’dan bazen uzaklaşıp yalnız kalmaya ihtiyaç duysa da halen şehirden yaklaşık 2 saat mesafede yaşıyor ve vaktinin çoğunu Chicago’da geçiriyor.

Sanat eseri sanatçının kendinden kattığı değerlerle anlam kazanır. Dybek de aslında kendini tanıdığı süreci Chicago’yla özdeşleştiriyor. Kentte görebileceğiniz herhangi bir çan kulesi ya da bir tren köprüsü veya çok eskilerde yapılmış bir kaldırım ilk bakıldığında bir şey ifade etmiyor gibi gözükse de Dybek’in belleğinde kentin kimliğini oluşturan nesnelere dönüşüyor ve âdeta canlanarak kenti bir uzamdan fazlası kılıyor. Akrabalar arasındaki dedikoduların getirdiği kırgınlıklar, sokakların arkadaşlık yaptığı kentsel dönüşüm mahalleleri, nereye doğru evirileceği belli olmayan arkadaşlıklar, “felaket bölgesi” ilan edilen semtler, daha güzel bir Chicago için rant uğruna yapılan yıkımlar, yapılar, farkında olmaksızın toplumdan kaybolan ve kendi iç dünyasına çekilen insanlar, anıların ışığında parçalar, sahnelerin ay ışığında gölgelerle aydınlandığı zifiri karanlıklar… Dybek’in Chicago’sunda yaşananlar, düşsel mekânla güncel mekânı bir arada tutabilecek bir perspektif yaratıyor ve mekâna ek olarak insanın ruh hallerine gösterilen dikkatle de birbirlerine bağlanıyor. Dybek, karakterler üzerinden kenti değiştirip dönüştürürken; kent de karakterleri kendi zaman belleğinde tutarak metaforlar oluşturuyor; böylece Dybek kentin hafızasını kayda alarak bizleri Chicago ile konuşturuyor.

Kitapta toplamda on dört öykü yer alıyor. Tüm öyküler kendi başlarına bir bütünlüğe sahip olsa da, aynı zamanda birbirlerine güçlü bir mekân hissiyle de bağlılar. Farklı etnisitelerin Chicago’ya kattığı zenginlikleri öykülerine ustaca yediren Dybek, her öyküyle lirik bir dil kurmayı amaçlıyor ve bu çaba tekrarlanan bir temaya dönüşerek âşık olan; müziğin ritmine kapılıp giden, kendilerinden geçip çevrelerinin aksi takdirde onları öğütebilecek taraflarını aşan kahramanları bizlerle tanıştırıyor. Chicago’nun halen Little Village veya Pilsen gibi mahallelerdeki günlük hayatın bütün büyük temaları ve çelişkileri içerdiği gibi Dybek de zihnindeki Chicago’yu sınıf ayrımlarının olduğu, asimilasyon, demokrasi, ırk, kültürel kimlik, vb. kodlarla şehrin dokusunu oluşturan farklı renklerdeki öğeleri öyküleştiriyor. “Şişe Kapakları”, tüm öyküler içerisinde farklı bir yerde duruyor. Topladığı şişe kapaklarını annesi tarafından yakalanmamak için bodrumda saklayan bir çocuğun hazinesi, kardeşi tarafından boşaltılmaya başlanınca öykünün de sonuna yaklaşıyoruz. Nedenini öğrenince öyküye daha çok tutunuyorsunuz; küçük kardeşin böcekler için mezar taşı olarak kapakları kullandığı inceliğini bir öyküde yakalamak zor, yaşama yaslanması gerekiyor böyle duyarlılıkların.

Chicago’dan bahsedip de müzikten ilham almamak mümkün mü? Müzik, Daybek’in özellikle “Kış Mevsiminde Chopin” ve “Felaket Bölgesi” öykülerinde duyguyla düşüncenin tam kesiştiği noktada bulunuyor. Sanatın sadece zihni değil kalbi de eğittiğini düşünen Dybek, müziği duygularla olan gizemli, güçlü ve doğrudan bağlantısından ötürü bir öğretmen kabul ediyor. Her iki öykünün kurgusunda da müziği taklit etmeye çalışan Dybek, sadece dili melodik ve ritmik kılmak için değil, aynı zamanda edebiyatın kelimelerin ötesine götürdüğü o uzama ulaşmaya çalışıyor. “Kış Mevsiminde Chopin” öyküsünde geceleri geç vakitte bir üst katta Marcy’nin çaldığı notalar, âdeta dünyaya bakışını, hüznünü, umudunu ve coşkunluğunu ortaya çıkarırken, öykünün kahramanlarını da etkilemekle kalmıyor; birbirleriyle olan ilişkisini de yönlendiriyor. Dili çok güzel kullanmaya özen gösteren ev sahibi Bayan Kubiac’ın kızı Marcy’nin New York’taki üniversitesini yarım bırakıp hamile olarak geri dönmesiyle başlayan kurguya, aynı kış anlatıcı çocuğun dedesi Dzia-Dzia’nın eve gelişi ekleniyor ve anlatıcı öykünün sonunda biten müzikle kendi gerçekliğinin farkındalığına erişiyor. Müzik durduğunda dahi sahneden çekilmiyor; sessizliği tüm binaya yayarak Dzia-Dzia’nın gerçek dışılığını Marcy’nin hikâyesiyle birleştiriyor. Caz müziğin etkisiyle büyüyen Dybek’in her iki öyküsünde de müzik, kahramanların hayal güçleri için yürüyebilecekleri bir yol açıyor ve geçmişteki kayıplarını gerçeğe yaklaştırma çabasına davet ediyor. “Felaket Bölgesi” öyküsü de Chicago’da adı kötüye çıkmış, Cabrini-Green ismiyle bilinen ve tekinsizliğiyle ünlü bir toplu konut projesi etrafında şekillenen; şehrin kaderiyle bütünleşen, kendilerine Felaketzedeler adını takan bir grup gencin hayata tutunma çabasının anlatıldığı öykülerden… Caddelerin otobana çevrildiği ve kentsel dönüşüm alanındaki işsiz gençlerin kaybettikleri geçmişlerini sokaklarda beyhude aramaya çalışmalarının öyküsü “Felaket Bölgesi”.

Dybek, bir kent metaforu altında özellikle geceye dair karamsar hissiyatını tüm öykülerine serpiştirmiş. Öykülerdeki sahneler, gün ışığıyla aydınlatılmışken bile, sanki her an loş bir kapı eşiğinden birileri gelecekmiş de öyküye katılacakmış gibi hazırlanmış. Doğal olarak okur da kendisini loş bir ışıkta beklerken, öyküye her an girecek bir vaziyette hissediyor ve kendisini –rüyalarda olduğu gibi– biraz ötesinde vuku bulan olaylar zincirini izlerken buluyor. Dybek’e göre farklı bir gerçekliğe bakmak, bir kahramanın hayatını değilse bile algısını değiştirebilir; bu yüzden Dybek’in öykülerinin çoğunda kahramanlar, gerçek dünya ile çeşitli gölge dünyaların çarpışmasında bekliyorlar ve bu çarpışmanın etkisiyle de değişip hiç tahmin edemeyecekleri yönlerini keşfedebiliyorlar. Dybek’in karakterlerinin çoğu için hayal gücü âdeta hayatta kalma aracı olarak görülüyor ve kahramanlar hayal gücü sayesinde, bilhassa felaket bölgesi ilan edilmiş mahallelerde şehirli olma baskısı altında yönlerini tayin edebiliyorlar. Dybek, karakterlerinin hayal gücü sayesinde yaşadıkları görünen şehir ve kendilerini ait hissettikleri o görünmez şehrin çarpışmasından tek bir kişisel gerçek hikâye çıkarmaya çalışıyor. 

Arka Kapak dergisi 36. sayı