Selçuk Küpçük

Sesin beşeri tarihini merkez alan yazılardan oluşmuş Gürültü isimli kitabının son bölümünde David Hendy “Sessizlik arayışımız aslında tam bir sessizlik arzusundan ziyade düşünebileceğimiz bir alan arayışıdır” der. İnsanlık tarihinin başından itibaren incelenmeye alınan ses ve beşeri ilişkiler anlatımının Hendy’nin kitabında “Sessizliğin Peşinde” bölümü ile nihayet bulması da manidardır bence. Netice itibariyle modern tarih hiç kuşkusuz gürültünün de tarihidir. Fabrikasyon merkezli makineleşme ve kırın kentlere akarak orada üretilen mekanik sese eklemlenmesi doğal olarak ortaya geleneksel zamanlarda karşılaşılmayan rahatsız edici ses birikintilerinin çıkmasına yol açtı. Bu gürültü halinin sadece devasa boyuta ulaşmış makineler, kentlerin merkezine yığılan araçların motor uğultuları ile sınırlı olmadığını, kültürel ve sanatsal üretimlerin de bu gürültü halinden etkilenerek biçim ve tema dönüşümü yaşamak zorunda kaldığını eklemek gerekli. Özellikle rock müziğin bütün bu gürültü tarihine sembolik anlamda gürültü ile cevap veren bir form üretip yeni bir farkındalık kazandırmayı amaçladığını söyleyebiliriz.

Sesin giderek gürültü haline gelmesi ve müziğin bütün bu süreçlerle senkronik ilişki kurup -Adornocu yaklaşımla söylersek- artık “endüstrileşmesi” ardından yaşanan durum karşısında âdeta “kurtarılmış alanlar” inşa etmek üzere dünyanın farklı yerlerinde şekillenen yeni müzikal arayışların belirdiğini iddia etmek mümkün. Gürültülü bir yaşam döngüsünün içerisine sıkışıp kalan modern insanın sükûnet arayışının tezahürü olarak 1980’lerde ve 90’larda hayli rağbet gören “Yavaş Şehir” ya da “Yavaş Gıda” gibi alternatif hareketlerin de aynı zaman dilimi içerisinde şekillenmesi bu açıdan hiç şaşırtıcı değil. Yine Sessizliğin Peşinde (George Prochnik), Sessizliğin Ruhu (John Lane) gibi kitapların meseleyi temel alan kuramsal kazıları ve önerileri, büyük uğultuların basıncı altında insanın kendisi ile baş başa kalabileceği, her şeyi yeni baştan düşünebileceği alternatif alanlar inşa etmek için daha sakin ve huzurlu bir yeni hayat arayışının metinleri olarak görülebilir.

1985 yılında Diane Stewart Rapaport’un How To Make And Sell Your Own Recordings (Kendi Kayıtlarınızı Yapıp Satmanın Yolları) adlı kitabının verdiği ilhamla, sistem dışı başka müzikal kanalları zorlama istencinin peşine takılan İrlanda asıllı ve çiftçilik ile hemhal olmuş Loreena McKennitt isimli gizemli genç bir kız Kanada’da kendi imkanları ile kayıtlarını aldığı “Elemental” adını taşıyan ilk albümünü yayınladığında, gürültülü dünyamıza sükûnet vadeden, kendimiz ile baş başa kalıp düşünebileceğimiz alan arayışının da kapısını büyük bir cesaretle aralamış oldu bir bakıma. McKennitt’ın müzikal tercihinin ya da arayışının şekillenmesinde hiç kuşkusuz 1982 yılında ilk kez seyahat ettiği İrlanda’da karşısına çıkan Kelt kültürünün bu gizemli topraklara sirayet etmiş tahrik edici havası olduğunu söyleyebiliriz. Bütün bir müzikal yolculuğunu belirleyen bu seyahatten geri dönerken İrlanda edebiyatının modernleşme tarihinde önemli bir yere sahip ve bu topraklara ait masalları, mitolojiyi yeni bir söyleyiş ile şiirleştiren, metinlerinde bu mistik ve büyülü damarı koruyan W.B.Yeats’ın “The Stolen Child” şiirini bestelemesini ve bahsi geçen ilk albümünde yer vermesini ben şahsen çok önemsiyorum. Sembolik olarak W.B.Yeats’te karşılık bulan bu birliktelik âdeta Loreena McKennitt’ın kişisel yolculuğu ile geleneksel Kelt kültürünün /müziğinin dönüşüp günümüze ulaşacak ana hattını belirleyen temel eseri gibidir.

1985 yılında verili müzikal dilin dışına taşıp, beslenme kaynağı olarak modernite evveli ve hatta Hıristiyanlık öncesi Kelt kültürünün ses evrenini tercih eden McKennitt, bu arkaik birikimi aynen tekrar etmek ya da tek yanlı bir modernleştirme biçimine sıkıştırmak yerine çok daha başka bir sese ulaşmıştır. Ben o sesin çokkültürlü dünya ve birey algısından hareket ettiğine inanmışımdır hep. Yaptığı müziğe “Eklektik Kelt Müziği” denmesinin gerekçesi de kuşkusuz bu olsa gerek. Çünkü O’nun müziğine sirayet eden müzikal aura salt İrlanda, İskoçya ve Galler bölgesine ait bu kültürün teknik formu ve öyküsü ile sınırlı değil. Hatta zamanın belirli bir aralığına hapsolmuş bir Kelt tarihi bile değil. Beslendiği kültürün arkaik, saf, yalın, öz haline ait duyarlılık ile sadece coğrafyadan coğrafyaya seyahat etmiyor, zamanda geçişler yaparak Keltlerin müziğini çağıran bütün istasyonlara uğrayıp her birinden farklı tınılar alarak günümüze taşıyor. Dolayısı ile oralardan getirip söylediği şarkılar aynı duyarlılıklardan esinler taşıyan ve birbiri ile ilgisiz gibi gözüken topraklarda yine de herkesi –kuşkusuz O’nu da– şaşkınlığa uğratacak kadar karşılık buluyor. Loreena McKennitt bu şaşkınlığının kırılma noktasını 1991 yılında Venedik’te gerçekleştirilen ve uluslararası nitelik taşıyan Kelt El Sanatları Sergisi olduğunu belirtiyor çoğu söyleşisinde. Orada Keltlerin sadece İrlanda, İskoçya, Galler gibi bilinen bölgelerden gelmediğini, Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlar’a ve hatta Anadolu’ya kadar uzanan çok daha derin bir hat üzerinde yaşadıklarını öğreniyor. Bu bilgi, ürettiği müziğin genişlemesine (bizim “Katibim” şarkısından esinlenerek söylediği “Sacred Shabbat” gibi), tercih ettiği enstrümanlarının zenginleşmesine (mesela ud ve kanun gibi), zamanda ve coğrafyada geçişler yapabilmesine dair yeni imkânlar sunuyor aynı zamanda. Böylece Eski Yunan’da gezinip, oradan Osmanlı’ya uzanabilen müzikal bir hat üzerinden iz sürebiliyor.

Sürdüğü bu izin en önemli özelliğinin eski zamanlara ait ve insanın kendisi üzerine düşünebileceği (Anadolu’ya ait “irfan” bilgisi ile söylersek “insanın kendisini bilmesine imkân tanıyan”) sükûneti, tarihin saklı odalarından çıkarıp modern zamanlara taşıdığı çok açık. Bu O’nun ürettiği müziğe yönelik ortak kültürel duyarlılığın (Keltlerin uğrak noktaları) bir tezahürü olduğu kadar modern insanın sınırlarına kapandığı gürültü medeniyetinden (!) kaçmak, en azından sükûnet içerisinde kendisi, evren ve varlık üzerine “zikredebileceği bir alan arayışı”nın bilgisi ile de açıklanmaya müsaittir. Kelt ezgilerinden hareket etse bile modern dünyanın heyulasından sıyrılmak, hiperkentlerin uğultusundan uzaklaşmak ve nasıl yaşayacağımızdan, neleri düşüneceğimize kadar her şeyi kontrol düzenekleri altında tutmaya çalışan sistemler karşısında zihinsel de olsa kurtarılmış alanlar oluşturabileceğimiz bir müzikal evren öneren şarkıları ile Loreena McKennitt, arkaik zamanlardan günümüze doğru seslenen şarkılarıyla gizemini, ruhunu, büyüsünü kaybetmiş modern dünyaya aslında yeni bir şey öneriyor. Bu, David Hendy’in söylediği gibi “tam bir sessizlik hali” değildir aslında. Belki de artık günümüzde bütünüyle böylesi bir sessizlik de mümkün olmayabilir. McKennitt’in önerisi, modernitenin parçalayamadığı bu arkaik ruhla, seyahatte bulunduğu coğrafyalardan ilhamlar alarak gürültünün dışına çıkmak, en azından çıkabilecek düşünsel bilinci, farkındalığı müzikleri sayesinde işaret etmektir bence.

Batı merkezli popüler müzik endüstrisinin hegemonyası dışında yeni bir dil arayışını 1985 yılından bugüne sürdüren ve modern dünyanın karmaşasına zevkle eklemlenen bu abartılı müzik hareketine dayanmadan da varolunabileceğini, birbirinden farklı coğrafyalarda 15 milyon albümü dinleyicisine ulaştırarak kanıtlayan McKennitt’a yönelik bu ilginin gerisinde aramamız gereken meselenin, günümüz insanın kendisine dair kurtarılmış bir zihinsel alan arzusu olduğunu tartışabiliriz. Popüler müziğin çabuk tüketilen, çabuk algılanan ve belirli ritimler üzerine oturan ve nerede ise anonimleşmiş teknik kurgusu karşısında, yerel enstrümanlar, yerel şarkılar, masallar, mitolojik öyküler, alışık olunmayan melodik diziler, kimi zaman ritmi es geçen yürüyüşler, oldukça sade ve birkaç enstrümanla inşa edilen saundlar, geçmiş zamanlara kapı aralayan vokalin arkasında dolanıp duran arp, gayda, flüt ve piano ile kurulu minimal orkestralar ile bizi, engel olamayacağımız ve âdeta darp görmüş ruhumuzu onaran bir yolculuğa davet eder.

Evrenin ürettiği büyük müzik ile ilişki kurabilen seslerin insan üzerinde etkili olabilmesinin gerekçesinin “insan ruhunun en derin katmanlarına bile rahatlıkla ulaşabilmesi” olduğunu söyleyen Sufi İnayet Khan’ın dediği gibi “Dış dünyaya ait başka hiçbir şey, müzik kadar etkili bir biçimde insan ruhuna hitap edemez.” Ruhumuzun “elemental” dengesini bozan gürültü hali karşısında McKennitt’in müziği kurtarılmış bir sükûnet sunarak, dış dünyanın tahrip edici tahakkümüne direnen ve farklılıklara rağmen bütün insanlık birikiminin abartılarından uzaklaşıp, fazlalıklarını attıkça basitliğin, saflığın, öz olanın bilgisi etrafında gizemli zihinsel dünyalara kavuşabileceğini söylüyor âdeta. 

Arka Kapak dergisi 27. sayı